31 Ağustos 2010 Salı

Genç tasarımcıların harikalar kumpanyası

Her biri birbirinden yetenekli, çiçeği burnunda 12 tasarımcı, Kumpanya 62 başlığı altında kendi tasarımlarını sergiliyor. Tasarladıkları kıyafetlerle Aktüel’e poz verdiler.



Fotoğraf: MÜNHAN ÇINAR

Uzaklara bakmaya pek gerek yok aslında. Bundan beş-altı sene evveline bir göz atınca butiklerin küllerinden yeniden doğuşunu ve yıllar içindeki önlenemez yükselişini görüyoruz. Seri üretim mağazalar arasında sıkışıp kalan neslin sadece Yeşilçam filmlerinde görüp özendiği “özel tasarım” kıyafet satan butikler artık dört bir yanımızı sardı. Hatta durum öyle boyutlara geldi ki, 90’lı yılları hatırlayın; nasıl her gün yeni bir popçu türerdi. Şimdi de her gün yeni bir “tasarımcı”, kendi butiğini hizmete sokuyor. Geçtiğimiz aylarda, çoğu birbirinin tekrarı bu butikler arasında enteresan konseptiyle parıldayan, yeni bir butik açıldı: “Kumpanya 62”. Butiği diğerlerinden ayıran en önemli özellik, tam 12 genç tasarımcının birbirinden eğlenceli tasarımlarını görücüye çıkarması. Hemen hepsi dünyanın en muteber moda okullarından LaSalle Akademi mezunu olan tasarımcılar bir yandan tekstil firmalarıyla çalışırken bir yandan burada yaratıcılıklarına kota koymadan, gönüllerinin istediği tasarımlara imza atıyorlar. Bu hâliyle, yoğun iş temposundan kaçıp 62’den tavşan yapılan bir tasarım sahnesi burası.

Butik her sezon başka bir konsept üzerine çalışacak. İlk sezon konsepti “Alice in the Wonderland”di mesela. Her bir tasarımcı, konsepti kendine göre yorumlayarak belli sayıda parça hazırlıyor. Atölye de hemen aşağı katta. Altta dikip, üstte satıyorlar. Dekorasyonuyla da eğlenceli bir sirki andıran butik kimsede olmayan, alternatif parçaları giyinirken kumaş kalitesini es geçmeyenler için birebir.


“Burada herkes istediğini yapıyor”

Kumpanya 62’nin kurucusu Bahar Arasan, Anadolu Üniversitesi’nde moda tasarımı okuduktan sonra, moda sektöründe istediği gibi tasarımlar yapmanın çok zor olduğunu fark edip önce styling işine yönelmiş. Akabinde uygun giden şartların da yardımıyla, ortağıyla birlikte burayı açmış. Arasan, butikte tasarımcıdan fotoğrafçıya kadar genç isimlerle çalışmaya bilhassa özen göstermiş. Amacı, çok yetenekli bulduğu gençleri “kendi kanatlarıyla uçabilecek” kıvama getirmek. Butikte bulunan herkes gibi o da bu işe bulaşmaktan çok memnun. “Tasarımcı olarak çalışmama nedenlerimi burada yıktım. Kimsenin burada maddi kaygıları yok. İstediğini yapıyor herkes” diyor. Butikte önümüzdeki sezonlarda çocuk tasarımları da olacakmış.


Kumpanya 62’nin Çiçeği Burnunda Tasarımcıları


ZEYNEP YAVUZ: Yelek ve aksesuar aşığı
1983 İstanbul doğumlu. LaSalle Akademi’de moda tasarımı eğitimi almadan önce Marmara Üniversitesi’nde İletişim okumuş. Basic detaylarla hareketlendirilen tasarımlar yapıyor. Elbise, yelek ve aksesuar ağırlıklı olmak üzere yalnızca kadın kıyafetleri tasarlıyor. Yaz için ince ve dökümlü, kışın kalıbı taşıyabilecek kumaşlar kullanıyor.

LEYLAN GÖKÇE: Pelerin ve kukuletalı parçalar
LaSalle’den önce Bilgi Üniversitesi’nde İşletme okumuş. Önce Güney Afrikalı bir tasarımcıyla çalışmış. Şimdi H&M, Zara ve Mango’ya koleksiyon hazırlayan bir firmada çalışıyor. Tasarımlarında en çok “eğlenceli” detaylara özen gösteriyor. Pelerin, kukuleta gibi abartıya kaçan, ülke sınırlarında eşine rastlaması zor parçalar kullanıyor.

PIRIL SÜRMEL: “Ben varım diyen” tasarımlar
1976 Adana doğumlu. Bilkent Üniversitesi Turizm mezunu. Tasarımlarının şahaneliği hiç belli etmese de, butikte LaSalle mezunu olmayan tek tasarımcı. Gösterişli, kendi tabiriyle “ben varım diyen” tasarımları seviyor. Çizgili kumaşlar, kırmızı ve mor renkler en çok tercih ettikleri.

İPEK ARNAS: “2 ters 1 düz” el örgüsü tasarımları var
Kocaeli Üniversitesi İşletme mezunu. Kumpanya 62 için yarattığı modellerde pastel tonlar ağırlıklı çalışmış. Onun dışında siyah beyazı pastel renklerle kombinlediği modeller de çok eğlenceli. Yine kendi yarattığı “2 ters 1 düz” markalı el örgüsü tasarımları da Eylül itibarıyla Kumpanya’da satışa sunulacak.

VİVET YERUŞALMİ: Çılgınlığı sevmiyor
23 yaşında. Ekonomi okurken, okulu bırakıp LaSalle’de moda tasarımı eğitimi almaya başlamış. Tasarımları “klasik ve elegant” olarak tanımlanabilir, zira çok çılgın tasarımlar yapmayı sevmediğini söylüyor. Pastel tonlardaki kumaşlarla yaptığı klasik modelleri “küçük eğlenceler”le detaylandırıyor.

BAŞAK TİNLİ: Şifon ve deri kardeşliği
LaSalle öncesi özgeçmişinde Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi var. 27 yaşında. Hali hazırda bir tekstil firmasında grafik tasarımı yapıyor. Tasarımlarında şifon ve deriyi bir arada kullanıyor.

TUĞÇE ÜLKÜMEN: Balerin tasarımcı
Aynı zamanda balerin ve bale eğitmeni olan Tuğçe kendi atölyesinde muhtelif sahne sanatları için kostüm hazırlıyor. Kumpanya’ya hazırladığı tasarımlarında bu sezon pek revaçta olan pudra rengi, buz mavisi ve gri gibi pastel tonlarda, ipek ve saten gibi tenden kayan kumaşları tercih ediyor.

Ayrıca Filiz Dana, Gonca Karadeniz, Seher Şehirli, Sudi Etüz ve Tanya Çankar Kumpanya 62’deki diğer tasarımcılar.

Dice Kayek marka saatlerin hepsi “çakma”



Dice Kayek, doğumu Paris dolaylarına rastlayan, uluslararası şöhrete kavuşmuş bir Türk markası. Markanın perde arkasında iki kız kardeş, Ayşe ve Ece Ege var. Ece Ege, dünyanın en önemli moda okullarından ESMOD’da moda eğitimi aldıktan sonra Paris’te kalıp Dice Kayek markasını yaratmış. Kardeşi Ayşe Ege de işe dâhil olunca ortaya tüm dünyada kabul gören marka çıkmış.

Dice Kayek’in “Kontrastlar Şehri İstanbul” (İstanbul Contrast) isimli 21 elbiseden oluşan sergisi 25 Ağustos-19 Eylül tarihleri arasında İstanbul Modern’de sergilenecek. Hem sergi hem moda konuşmak için 27 Eylül’de eğitime başlayacak olan Esmod moda okulunda Ece Ege’yle buluştuk. Ege, Esmod’un Sanat Direktörlüğü’nü yapacak aynı zamanda. Şahane tasarımlarını hazırladıkları showroom da hâlihazırda Paris’te olduğundan, “İstanbullu modacı değiliz biz” diyerek söze başlıyor Ege. “Parisli modacı olmak nasıl bir şey?” diye soruyoruz. Şöyle yanıtlıyor: “Orada kendine yer edinebilmek çok zor. Mesela Paris Moda Haftası’nda 200 tane resmi defile var. Markaların kendini tanıtabileceği, gösterebileceği yer neredeyse yok.”


*Nedir moda dünyasındaki bu tasarımcı bolluğu?

Bilemiyorum artık vallahi. Herkes modacı oldu. Ben de çok garipsiyorum. Yurt dışında da böyle. Alexander McQueen öldükten sonra yakın arkadaşı Philipp Tracy, “Bugün her köpeğin ve sahibinin designer (tasarımcı) olduğu bir dünyada Alexander Mc Quenn şöyleydi böyleydi” diye bir şey söylemiş. Olur mu ya? Bunun eğitimi var. Daha da önemlisi kabiliyeti var. Senin doğuştan genlerinde varsa yaratıcılık, yapabilirsin bu işleri. Otur, otur, otur canın sıkılsın. “Kendi işimi yapmak istiyorum” de. Butik aç. Ciddi görmüyor ya insanlar bu işi, modacı oluyor.

*Türkiye’de birilerinin akrabası olan “tasarımcıyım” diye ortaya çıkıyor. Takip ediyor musunuz bu isimleri?

Ediyorum tabii. Onlara yapacak bir şey yok. “Sen bir şey yapamazsın” denemeyeceğine göre. Serbest bir pazar sonuçta. Sen çevrendekileri ikna edip bunu satıyorsan açıkçası engellenemez.

*Bu gibi nedenlerle Türkiye’ye küslük durumunuz var mı?

Hayır canım. Türkiye’yi benim kadar iyi tanıtan insan az vardır. Özellikle AB’ye kabul sürecinde, Türk olmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu yabancı basınla yaptığım her röportajda söyledim.

* Türkiye’de Dice Kayek markası çok popüler değil. Dice Kayek saatlerini görüp “saat de mi tasarlıyorlar” diye sorduğumuzda, “markayı bilen ilk kişi sizsiniz. Bu kadar önemli tasarımcıları kimse tanımıyor” dediler…

O tanınmamamızla ilgili değil maalesef. Her gelen “siz saat mi yapıyorsunuz” diyor. Ne saati? Haberimiz bile yok. İnternette satılıyormuş, stantları varmış.

*Nasıl yani? Siz tasarlamadınız mı o saatleri?

Hayır, alakamız yok. Başkasının emeğinden haksız kazanç sağlamak bu.

* Nasıl oluyor peki?

Kategori kategori marka tescil ettiriyorsun. Biz de tescil ettiriyoruz tabii, aksesuar, kıyafet falan. Orada bir tek Türkiye’nin imza atmadığı bir kategori var. Gözümüzden kaçmış zamanında; saat. Saat için ayrıca tescil ettirmen lazımmış. Aa bir baktık, saat çıkmış. Yapan kişiler bu işi tescil etmişler kendi adlarına.

*Kim yapmış bunu?

Boşver! Ne kadar ayıp bir şey ama. Kötü durumdayız. Saat yapmıyoruz ve yapmayacağız da. Bunu yapan başka birileri. Bu bilinsin yeter.

*Bir içecek firmasının şahane şişe tasarımı da Dice Kayek imzalı. Onu siz yaptınız değil mi?

Evet, o bizim. Çok seviyorum arada endüstriyel tasarım yapmayı.


“İş entari çizmek değil; onu herkes yapar.”

*Türkiye’de neden mağaza açmıyorsunuz?

Açmayı düşünmüyorum. Önce Paris’te olması lazım. Paris’te sadece showroom’umuz var. Tasarımlarımız bazı butik ve mağazalarda satılıyor.

*Türkiye’deki butiklerde satışınız yok ama değil mi?

Yok. Onun nedeni de, Machka markasının tasarımlarını yaptığımız için anlaşma gereği başka yerde ürünlerimiz satılamıyor.

*Paris’te mağaza açmamanızın nedeni ne?

Çünkü o başka bir iş. Tasarım yapıyorsun, üretiyorsun, satıyorsun, ondan sonra finansmanını yapıyorsun falan. O konuda başka insanlarla anlaşıp çalışmak lazım.

*Siz bu kadar detaylı düşünüyorsunuz ama İstanbul’da her gün yeni bir butik açılıyor…

On sene sonra bunun sürekliliği ve cirosu olacaksa herkes yapsın ama bir problem var o durumda. Sırf butik açmak trend diye 2,5 yıl bu işi yapıp sonra bırakmak da iş değil. Moda ciddi bir iş. Ticaret, imalat, büyük yatırımlar var bu işte. Entari çizmek değil ki iş. Onu herkes yapar.

*Sizin İstanbul’da müdavimi olduğunuz bir butik yok mu peki?

Yok öyle bir şey. Vintage butikler açılmış, bakıyorum. Öyle bir kültür yok ki bu ülkede.

*Ben de Kadıköy’de bir bijuteriden aldığım güneş gözlüğünün aynısını, ünlü bir vintage mağazasında 50’lerin gözlüğü etiketiyle görmüştüm…

Evet, onu söylüyorum ben de. Satanın yanında alıcının da bu konuda bir kültürü olması gerekir. Yeni jenerasyona bunun öğretilmesi gerekir.


“Etekle bluzu doğru kombinleyen herkes tasarımcı olmaz”


*Bir ürünün gerçekten vintage olduğunu anlamanın yolu var mı peki?

Vallahi anlamayacaksınız. Ne istiyorsanız alıp, mutlu olacaksın. Sanat eseri almıyorsun sonuçta. Yani buradaki esas sorun şu; etekle bluzu doğru kombinleyen herkesin tasarımcı olamayacağının anlaşılması lazım. Moda dünyası sadece tasarımcıdan ibaret değil. Başka kollardan girebilirsin bu işe.

*Sizin de sanat direktörlüğünü yapacağınız ESMOD, moda endüstrisinin farklı kollarına eleman yetişmesi için iyi bir fırsat değil mi?

Kesinlikle öyle. Eğitimini aldıktan sonra kendin için doğru alana yönelebilmek lazım.


Birbiriyle bağdaşmayan ama ahenk içinde yaşayan insanlar

Dice Kayek’in İstanbul Moda Akademisi (IMA) VE İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından organize edilen “İstanbul Contrast” (Kontrastlar Şehri İstanbul) 25 Ağustos- 19 Eylül tarihlerinde İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde görücüye çıkacak…

*Hüseyin Çağlayan Retrospektifi’nden sonra İstanbul Modern’de Kontrast İstanbul isimli bir sergi açacaksınız. Biraz bahseder misiniz bu sergiden?

Kontrast İstanbul sergisi, ilk önce Paris Fashion Week için Ritz Otel’de yapıldı. Çok başka bir atmosferdi. Sonra Fransa’da Türk Sezonu çerçevesinde kapanış aktivitelerinden biri olarak Paris Les Arts Decoratifs Müzesi’ndeydi. Şimdi İstanbul Kültür Başkenti çerçevesinde İstanbul Fashion Week’in açılışında sergilenecek. Her seferinde de stenografi değişiyor.

*İstanbul’un kontrastları nedir peki?

İnsanların duruşu, politik bakışları… Başka şeylere inanan insanlar olarak bir arada mutlu yaşayabilmeleri. Kim ne derse desin, halk arasında, birebir ilişkilerimizde bir problem yok çünkü.

*Son dönemde ayyuka çıkan toplumsal çatışmanın nedeni ne sizce?

Tamamen politik ve ekonomik tabii ki. Dünyada herkes para peşinde. Benim en sevdiğim arkadaşım başka bir ırktan geliyor olabilir. Çatışmalar var şimdi ama bireysel problemler yok. Onu anlatıyoruz biz de sergiyle. Kocaman bir cami, yanında kilise var. Başı kapalı bir kızın koluna atletli, dar jean’li bir kız girmiş. Birbiriyle bağdaşmayan ama ahenk içinde yaşayan insanlar çok güzel bir görüntü oluşturuyor bence.

*Nasıl tasvir ettiniz peki bu zıtlıkları?

Elbiselerle. İstanbul’un çeşitli yönlerini temsil eden 21 tane elbise var. Birine bakıp Dolmabahçe, birine bakıp lokum diyorsunuz.

Liseli gözüyle İstanbul sokakları

İSTANBULLU LİSELİ GENÇLER KENDİ SOKAKLARINI YAZDI VE ÇEKTİ



Liseli nedir? Nasıl olunur? Bir kere, “liseli” olmak zor zanaattır. Ruhu rengârenk, kanı fıkır fıkır olan genci alırlar “isteklerin, heveslerin nedir?” diye sormadan, önüne önceden hazırlanmış, upuzun bir uyulacaklar listesi koyarlar. Ne de olsa girilecek, her yıl şekli şemali değişen, sayısız sınav vardır… İşte biz, toplumun kendisine dikte ettiği bu sıkıcı role uyup, puan hesaplamaları ve test kitaplarından başını kaldıramadığı için etraftaki türlü nimetten bihaber kalan genç topluluğa “liseli” diyoruz. Nihayet birileri liseli gençliğin içinde bulunduğu bu bunalımlı durumu fark edip sormuş: “Tüm bu hengâme içinde, her gün üzerinde yürüdüğünüz sokağınızı fark ediyor musunuz?”


“Orası mahalle değil, site!”

Fikrin mimarı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi Bölüm Başkanı Doç. Dr. Serhan Ada. Ada’nın, liseli öğrencilerin İstanbul sokaklarıyla ilgili düşüncelerini merak ederek başladığı proje evvela İstanbul 2010 Kültür Başkenti Projesi kapsamındaki “Liseliler 2010’a Katılıyor”un kardeş projesiymiş ancak fon alınamayınca bağımsız devam etmiş, sponsorluğunuysa yine Bilgi Üniversitesi üstlenmiş.

Üç yıl boyunca Nişantaşı’ndan Fatih’e İstanbul’un farklı semtlerinden, farklı liselerinden 106 gençle birlikte yürütülen çalışmanın sonucunda ortaya çıkan, “Liselilerin İstanbul Sokakları” nihayet yayımlandı. Lise öğrencilerinin kendi sokaklarını, mahallelerini anlattıkları fotoğraf ve yazılardan oluşan kitap bu hâliyle Serhan Ada’nın da dediği gibi ileriki yıllarda da “İstanbul sokaklarının kesitini çıkaran, gençlerin hayatlarını ve hayallerini yansıtan” önemli bir belge değeri kazanacak. Proje koordinatörü Şiyar Kubilay da bu çalışma sırasında gençlerin yoğun sınav stresi ve bilgisayar bağımlılığı gibi nedenlerle çevrelerinin farkına varamadıklarını anladıklarını söylüyor: “Liseliler yaşadıkları yerlerle barışık değiller. Bir kere sokak meselesi üzerine düşünmedikleri ortaya çıktı bu çalışmayla. Güvenlikli sitede yaşayan biri, evinden çıktığında sokağa çıktığını zannediyor. Oysa orası sokak ya da mahalle değil, site!” Kubilay’ın enteresan bir tespiti daha var: “Gençler artık sokakta oynayamıyor. Bilgisayar oyunları ve kreşler var artık. Bu çalışmaya katılıp dizinde yara bere olan az sayıda genç, varoş dediğimiz yerlerde yaşayanlar. Sokakta oynamak sadece oralarda kalmış yani.”

Tasarımını işin duayeni olan Bülent Erkmen’in yaptığı kitabın henüz satışı yok. Şimdilik yalnızca İstanbul’daki liselere ve kütüphanelere dağıtılacak. Önümüzdeki günlerde ise, yazıların bir blog sayfasında toplanması ve projenin Türkiye’nin farklı şehirlerini de kapsayarak devam ettirilmesi mümkün.


KİTAPTAN…


Aylin Akbayram / Beyoğlu Anadolu Ticaret Meslek Lisesi KILBURNU SOKAĞI, Taksim/Beyoğlu


"Bu haksızlık ikimize de"
"Ben annemin oynadığı gibi sokağıma çıkıp oyun oynayabilmeliyim gönlümce. Sokağım eski günlerdeki gibi güzel komşuluklar görmeli. Özlemiştir eminim. Bu haksızlık ikimize de."


Büşra Akman / Gültepe Lisesi GÜNEŞLİ SOKAĞI, Gültepe/Kağıthane


"Varılmayan yerlerde şatolarımız vardı"
"Güneş bu sokakta hep doğar. Sokak kedilerinden tut, binalarına kadar her şey sana “Günaydın” der. Güneş batarken ise her yeri karartır. Yarasalar uçmaya başlar, sokaklara lambalar asılır, çocuklar eve gider, her şey sessizliğe gömülür. Ama burada sessiz kalmayan tek şey sevgidir. Bu özel, değerli varlığımızı kimsenin almasına izin vermez, her gün tıpkı bir çocuk gibi tekrar tekrar besleriz onu."


Eylem Taşdöğen / Açıköğretim Lisesi 1343 SOKAK, Sultangazi/Gaziosmanpaşa


"Doğan her çocuğa Umut denir burada"
"Akşam saatlerinde hareketlenir 1343 Sokak. Kimi işinden, kimi okuldan geldiğinde, gecekondu bahçelerinde içilen çaylarla, sabahlara kadar süren sohbetlerle atar yorgunluğunu. Çarpık da kentleşsek ve hatta kentleşemesek de, evet bu sokakta oturmak hepimiz için şanstır."


Gülin Sarpel / Özel Saint Benoit Fransız Lisesi ŞAİR NEDİM CADDESİ, Vişnezade/Beşiktaş


"Geçmişte bu evlerde yaşayan kişileri çok merak ediyorum"
Mart 2008’de restorasyon tamamlanarak bu proje hayata geçirildi ve sokağımız hareketlendi. Şair Nedim Sokağı sanki iki farklı bölüme ayrıldı. Bir bölümünde İstanbul’un en sosyetik mağazaları, diğer bölümünde ise sokağın gerçek sahipleri. Ben bu sokakta ve bu tarihi dokuda yaşamaktan çok keyif alıyorum. Geçmişte bu sokakta ve bu evlerde yaşayan, her birinin ayrı hikâyesi olan kişileri çok merak ediyorum…


Lerzan Kuzgun / Özel Saint Joseph Fransız Lisesi CİHANGİR CADDESİ, Cihangir/Beyoğlu


"Sokaklar hep tehlikeli, arabalar hep gürültülüydü benim için"
"Birden yazdıklarıma bakınca yaşlanmış gibi hissettim kendimi, oysa gencim daha yalnızca birazcık büyüdüm. Sokaktaki ilk adımlarımı Cihangir Caddesi’nde attım ben, ilk karı Cihangir’e bakarak izledim pencereden, ilk kez topuklu ayakkabılarımla bu caddede tökezledim yürürken, ilk defa Cihangir’de âşık olmadım ama ben Cihangir’de büyüdüm."


Tuğba Yıldız / Beyoğlu Ticaret Meslek Lisesi SAKA SOKAĞI, Mecidiyeköy/Şişli

"Huzur hâkimdir, az da olsa saygı vardır"
"Birbirine bitişik evler, karşılarında apartmanların kapattığı… Kıvrımlı bir sokak, çocuklar için bisikletle rahat gezilemeyecek kadar... Sokağın sonunda sadece yayaların geçebileceği bir yol, bu yüzden arabanın geçemediği… Geçse de geri döndüğü. Bizimkilerin “heeh yine düştü bizim sokağa” dedikleri…"


Yusuf İslam Öksüz / İstanbul İmam Hatip Lisesi YILDIRIM SOKAĞI, Balat/Fatih


"Beni bana anlatır İstanbul sokakları"
"Sokağımızda; 15’inci yüzyıldan itibaren Rumlar ve Yahudi cemaatine mensup insanlar hayatlarını sürdürmüşlerdir. Bunu evlerin görünüşünden de anlayabiliyoruz. Evlerin özelliklerine bakıldığında; genellikle binalar, üç katlı, dar cepheli, ikinci katlarında cumba gibi çıkmaları bulunan evlerdir. Sokağımızda farklı kültür, din, dil ve ırklardan komşularımız olmuştur. Ama bu farklılıklar hiçbir zaman bizleri birbirimizden ayırmamıştır. Aksine anne ve çocuğunun birbirine olan bağlılığı gibi bizler de birbirimize o derece bağlıyız. Kardeşçe yaşıyor, sevgiyi, saygıyı birbirimize karşı olan muhabbetimizi daima güçlü tutmaya çalışıyoruz."

5 Ağustos 2010 Perşembe

Vali Bey, Oturmaya mı Geldik?

Konserlerde koltuk aşındıran "katı protokol"ü mercek altına aldık...

Ülkemizde devlet adamlarından iş adamlarına, önemli bir unvana sahip herkes, konser ve benzeri sahne organizasyonlarının en önemli konuklarıdır. Bürokratlar, deve güreşinden klasik müzik konserine tüm gösterileri en ön sıradan izleme hakkına sahiptir. Bürokratik protokol hem “ileri gelen” isimlere saygı duruşu olarak hem de etkinliğin tanıtımı bakımından bazen hayati önem taşısa da bazı durumlarda takım elbise giyen adamların genel resmin içinde sırıttığı muhakkak. En son geçtiğimiz Şubat ayında Santralistanbul’da gerçekleşen İstanbul Fashion Week’in açılış partisinde rastladık bu duruma. Yaklaşık 10 tane “bıyıklı” adamın arasında kalmış Meg Ryan’ın, kırmızı kurdela kesmeye debelendiği fotoğrafı unutmak mümkün mü? Nitekim Ryan, organizasyonu tamamlamadan “nereye düştüm böyle?” bakışları içinde ülkesine kaçıvermişti. Herkes sordu: “Moda Haftası’nın açılışını TOKİ açılışına çevirmeye ne gerek vardı?” İşte aynı uyumsuz manzara, düzenli aralıklarla konserlerde de göze çarpıyor. Dünyaca ünlü bir caz sanatçısı geliyor memlekete mesela, Açıkhava Tiyatrosu’nda güzel bir performans sergiliyor. Ön taraf değişmez olarak, inci gibi dizilmiş bürokratik protokole tahsis edilmiş. Bu durumda büyük hevesle sanatçıyı bekleyen ve parasını vererek konsere gelen vatandaş ise hem gönlünce dans edecek alan bulamıyor hem de küçücük alanda büzüş büzüş “döktürürken”, protokolün sert bakışlarına maruz kalabiliyor.


Yerimiz mi dar?

Konuyla ilgili pek çok sanatçıya ve düzenli olarak konserleri takip eden gazetecilere soru sorduk. Sahne alan sanatçıların hemen hepsi, bürokratik protokolün kaskatı durmasından muzdarip. Sahne performansı en güçlü olan sanatçılardan Zeliha Sunal, asık yüzlü protokolün diğer seyircileri de etkileyerek tüm konserin neşesini kaçırdığı görüşünde. Tiyatrocu Ali Poyrazoğlu da protokole, “Gösteriye gelirken unvanınızı evde bırakın” diyor. Hemen hemen tüm konserlere katılan Gazeteci Sevin Okyay ise “protokoldeki isimlerin, sadece çağırıldıkları için her organizasyona değil, ilgilendiği ve bildiği isimlerin konserine giderse, ilgisiz oturamayacakları” görüşünde. Okyay konuya farklı bir açıdan da değiniyor: “Protokol de izleyici de suçlu değil. Yer dar.” Bu bakış açısı da oldukça önemli aslında. Zira Kuruçeşme Arena dışında, izleyiciye gönlünce dans etme fırsatı sunan konser alanı pek yok gibi.

Peki izleyici için sorun teşkil eden bu durum sanatçılar açısından nasıl görünüyor? Bürokratik protokolün gösteriye katılımcı olmaması sahne performansını etkiliyor mu? Protokol konsere davet edilsin mi, edilmesin mi? Yanıtlar muhtelif oldu…


ZELİHA SUNAL (Şarkıcı): “Grace Jones’u tanımıyorsan gitme!”

“Protokol, gittiği yere davet edildiği için gider. Yani konserine gittiği insanı tanımasa da gidiyor. Geçenlerde Grace Jones konserindeydim. Protokoldekilerin suratları, ‘Bu kim? Burada ne işim var?’ der gibiydi. Gidenler de oldu. Tabii konserlere protokol davet edilmemesi mümkün değil. Ama şu da var, eğlenemeyen bu tür, mevkilerini düşünüp, ‘eğlenirsem havam bozulur’ diye kımıldamıyor. Protokolün eğlenmemesi diğer izleyenlere de bulaşıyor. Benim başıma da çok geldi. Bir sanatçıyı zora sokuyor bu durum. Eğleniyorlar mı, eğlenemiyorlar mı anlayamıyorum. Nasıl davranacağımı şaşırıyorum. Gelen kişi mümkünse kimi izleyeceğini bilerek gitsin konsere, tiyatroya. Ya da davet edenler, konuyla ilgisi olan kişileri davet etsinler. Grace Jones’u tanımıyorsan gitme, kıymetini bilen başka biri gitsin senin yerine!”


ALİ POYRAZOĞLU (Tiyatro Sanatçısı): “Protokol, avantadan lavantacıdır”

“Bizim işleri yapanlar protokol dediğimiz insanları sevmez, ‘avantadan lavantacı’ deriz biz onlara. Protokol adıyla, bedava yer içerler. Kendilerinden o işle ilgili katkı istendiğinde de oralı olmazlar. Ön sıralar aslında eleştirmen ve sanatçıların hakkıdır. Sahnedekiyle ilgin yoksa, uyum sağlayamayacaksan gitme. Gösteride ağırlığı olan, gösteriyi yapan sanatçıdır. Onların da bir ağırlığı var tabii ama demek istediğim, sahnedeki kendini kasmıyorsa izleyen de sosyal kimliğini evde bırakıp rahat rahat eğlenmeli!”


KEREM GÖRSEV (Caz Sanatçısı): “Sanatçıya saygısızlık”

“Bence protokolle ilgili en önemli sıkıntı, sponsorların davet ettiği kişilerin konsere gelmemesi. Sanatçı sahnede performansını gerçekleştirirken bir bakıyor, ön koltuklar boş. Bu sanatçıya saygısızlık. Gelmeyeceksen, biletini başkasına ver o gelsin. Bürokratik protokolün konserlerde ilgisiz olabildiği doğru. Bu sene caz konserlerinde ya da diğer açık hava konserlerinde bunu görmedim, hepsi coşkuluydu. Ama kapalı klasik müzik konserlerinde olabiliyor tabii. Burada sadece asık suratlı protokolü suçlamamak lazım. Sanatçı da sound’uyla, sahnesiyle o müziği hiç bilmeyen bir insanı bile mutlu etmeli. Protokol de nasıl Osmanlı müziğini seviyor, klasik müzik ve caz da dinlesin. Bunlar da iyi müzik.”


SEVİN OKYAY (Gazeteci):  “Bürokratların çoğu karısının ısrarıyla gidiyor”

“Özellikle oturulan konserlerde bir protokol sorunu oluyor. Bu sadece protokolün sevimsizliğinden değil, seyirci de kenarda dans etsin. Para verip gittiğin konserde, biri dans edecek diye sahneyi görememek hoş değil. Seal konserini izlerken, hoplayıp zıplayanlara bir tane çakasım geldi. Onlara kızmıyorum aslında, yer dar. Bir de sponsor o protokolü oraya davet etmezse konseri yapamaz. Konserin tanıtımını da yapıyorlar bu sayede çünkü. Yani antipatik ama çaresi yok. Caz mesela, seven insan azınlıktadır. İlgilenen biri para bulup gidemezken, hiç alâkası olmayan biri davetli diye oraya para vermeden gidebiliyor. Bürokratların çoğu da karısının ısrarıyla gidiyor zaten. Kasıntı oturuyorlar, sıkıntıdan patlıyorlar. Ben bu sene rastlamadım Allahtan ama bu durum konserin başarısını bile etkileyebiliyor.”


JÜLİDE ÖZÇELİK (Caz Sanatçısı): “Protokol yerine, konsere gelmek isteyen gençlere kontenjan açılsın”

“Protokol mevzusunun, ayrımcılık olduğunu düşünüyorum. Davet edilen birçok kişi etkinliklere gelmiyor, gelenler de genellikle zorunlu hissettiklerinden geldikleri için ister istemez tüm enerjiyi olumsuz yönde etkiliyorlar. Zaten protokol olarak davet edilen insanlar genellikle statü ve maddi açıdan iyi durumda olan kişiler oldukları için onlara hediye edilen bir etkinlik biletinin ne maddi ne de manevi bakımdan çok fazla bir şey ifade ettiğini sanmıyorum. Bunun yerine konserlere gelmeye can atan birçok genç arkadaşımıza kontenjan tanınırsa çok daha iyi olacaktır diye düşünüyorum.”


A PROTOKOLÜ’NÜN DEĞİŞMEZ İSİMLERİ

-Vali

- Belediye Başkanı

- Rektörler

- Üst düzey yöneticiler

- Bakan ve müsteşarlar

- Diğer ve devlet erkânı

*İKSEV’in Protokol Departmanı, A protokolünde bulunan isimlerin her yere davet edilmek zorunda olmadığını, bu davetlerin gösteri ve kurumun içeriğine göre değiştiğini söylüyor. Mesela vali, küçük çapta konserlere davet edilmiyor. Her kurumun A protokolü listesi de birbirinden farklı olabiliyor.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Beş Parmak Kardeşliği



Önce oyuncu Danny Glover, ardından “Hung” dizisinin yıldızı Thomas Jane ayağına geçirerek dikkat çekti. Beş parmaklı ayakkabılar (five fingers shoes) moda dünyasının yeni şimal yıldızı.



Sonunda bu da oldu. Yenilikte, enteresanlıkta hudut tanımayan moda dünyası bu kez de bütün ayak parmaklarını ayırmak suretiyle eldiven görüntüsünde olan beş parmaklı ayakkabıları (five fingers shoes) görücüye çıkardı. Geçtiğimiz sezon Alexander McQueen’in tasarladığı, “ayak parmaklarını gösteriyor taklidi yapan” topuklu ayakkabı modelinden bahsetmiyoruz. Bu, “biraz daha” kaba bir versiyon. Ürünün “it” olması için birkaç şöhretli ismin giymesi gerekiyordu tabii. Önce ünlü aktör Danny Glover giydi, hemen akabinde Hung dizisinin yıldızı Thomas Jane. Hâliyle gözler bu isimlerin ayaklarına çevrilince komik denebilecek kadar eğlenceli bir trend de doğmuş oldu. Evet, artık kadın, erkek herkes, ünlülerin giydiği beş parmaklı ayakkabıların peşinde. Trendi Türkiye’nin de idrak etmesi yarından yakın görünüyor. Zira birbirinden ünlü isimlerin twitter sayfaları “nereden bulabiliriz bu parmaklı pabuçları?” mesajlarıyla dolu. Bizi bu enteresan trende yavaş yavaş alıştırdılar aslında. Yıllar önce ortaya çıkan parmaklı çorapları hatırlayacaksınız. Beş parmaklı ayakkabılar da bu trendin daha iddialı bir versiyonu olarak çıkıyor karşımıza. Fikir sahibi, neredeyse tüm dağcılık, “outdoor” ve özel asker ayakkabılarının taban teknolojisini üreten İtalyan firması Vibram.

Mevzu “şekil” değil rahatlık

İlk bakışta komik görünebilirler ancak bu ayakkabılar estetikten çok performansa yönelik. Ayakkabılarda ayağın şeklinde özel taban üretildiği için giydiğinizde kesinlikle kaymıyorsunuz. Bu da dağcılıktan salon sporlarına, Uzakdoğu sporlarından yogaya her türlü fiziksel aktiviteyi rahatlıkla yapmanızı sağlıyor. Spor yapmasanız da günlük hayatta rahat etmek için bu eğlenceli ayakkabılar birebir. Zira giyenler, bu ayakkabılarla yalınayakmış gibi rahat ettiklerini söylüyor. Çamaşır makinesinde yıkandığında dahi bana mısın dememesi de bu ayakkabıları “sempatik” hâle getiren diğer faktör. Bu eğlenceli ayakkabıların şimdilik Türkiye’de satış noktası yok. Almak isteyenler “www.vibramfivefingers.com” veya “www. joya.com.tr” adlı web sitelerinden sipariş verebilirler. Her şeyin taklidini itinayla üreten Çin “five fingers shoes”a da el atmış. Düz tabanlı olanlarından uzak durun, taklit!

9 Temmuz 2010 Cuma

Şapka Aşkına!





Bu yaz, hatta önümüzdeki sezon, birbirinden şımarık ve eğlenceli saç aksesuarlarıyla Tim Burton filmlerinden fırlamışa dönmek işten bile değil.

Bu yaz moda dünyası ve trendler açısından pek bereketli geçiyor. Sokaklar hiç olmadığı kadar renkli, kadınlar hiç olmadığı kadar cüretkâr. Öncelikle çiçek desenleri, neon renkler, pudra tonları ve siyahlar sokaklarda zıtların uyumunu yaratırken etek ve şort boyları uzun yıllardır olmadığı kadar yukarılara çıkarak kadınların içlerinden geldiği gibi giyinmelerine olanak sağladı. Tüm bu renk ve model cümbüşünün takılara ve aksesuarlara yansımaması düşünülemezdi tabii. Zira bu yaz saç bandından taca, şapkadan tokaya kafamızın üstüne kondurduğumuz bütün aksesuarlar dikkatleri üzerine çekmek için tasarlanmış gibi. Neredeyse herkesin kafasında, üzeri desenli, tüylü, tüllü taçlar var. Geçen yıllardan farklı olarak bu sezon tarak tokalar, kalını incesiyle saç bantları ve çizgi filmleri andıran desenleriyle takması cüret isteyen şapkalar da çok revaçta. Üstelik bu trend önümüzdeki sezonlarda da devam edecek. Saç aksesuarı kullanırken dikkat edilmesi gereken hususlara gelince, modanın daimi kuralı burada da geçerli: “Çok dikkat çekici bir detay ya da aksesuar kullanacaksan, kıyafetin sade olsun!” Yani renkli bir taç ya da şapka takacaksanız, üzerinize giydiğiniz kıyafet de desenli olursa göz yorar. İlgi çekici olmaktan ziyade göz yoran bir görüntü arz edersiniz. Onun yerine düz renkte bir elbise ya da tişört tercih edip, yüzünüze de şeker kıvamında hafif bir allık sürdüğünüzde şeker kız olmanız kaçınılmaz! Bizim gözümüze çarpan en “tarz” saç aksesuarları ve tasarımcıları ise aşağıdadır. Bakınız…


Galliano bu tasarımları görmeli!

“NUR TOKTAY®”… Marka, tasarımcısının adını taşıyor. Nur Toktay esasen okullu bir makyaj sanatçısı. Los Angeles’da bulunan ve “Joe Blasco West Make-up School” olarak bilinen okuldan mezun olduktan sonra bir yandan profesyonel olarak makyaj sanatçılığını başarıyla devam ettirirken bir yandan da kendi haute couture markası olan “NUR TOKTAY®”ı yaratıp şapka ve saç aksesuarları tasarlamaya başlamış. Rengârenk şekerlemeleri andıran saç tasarımlarının yaratıcısı olan Toktay bu tasarımları kullanan kadınları mesut etmekle kalmıyor, tasarımlardan elde ettiği gelirin bir kısmını kimsesiz çocuklara destek olmak için kullanarak, onların da yüzünü güldürüyor. Saç bandından tokaya, taçtan şapkaya kadar ister abiye ister günlük tarzda nefis tasarımlar yapan Toktay yaratıcılığıyla ilgili önemli bir itirafta bulunuyor: “John Galliano ve Philip Tracy’den etkilendim.”
Ürünleri “www.nurtoktay.com” ve “www.designist.com.tr” adreslerinden bulabileceğiniz gibi özel siparişler için web sitesindeki numaradan Toktay’ı aramanız gerekiyor.
Fiyat aralığı ise 40 ile 500 TL arasında değişiyor.


Aa, şapkaya bak!

Bir diğer yaratıcı markanın adı: Stouff, yaratıcı isim ise Müge Akyıldırım. Aslen ressam olan Müge Akyıldırım, kendisine çok da yabancı olmayan bir işe girişerek şapka boyamaya başlamış. “Şapkanın, tuval yüzeyine nazaran çok daha az kaygı veren ya da yoğun düşünce biçimlerinden uzak bir malzeme olması eğlence hissini daha da artırıyor” diyen Akyıldırım suya dayanıklı boyalarla çalışıyor ve keten-koton karışımı malzemelere uygulama yapıyor. Sabitleme ve yıkama testi aşamalarının ardından eğlenceli şapkaları kullanıma hazır hâle geliyor. Şapkalar şu an Bağdat Caddesi’ndeki Cassette Butik’te satılıyor. Bunun dışında Facebook’taki “Stouff” sayfasından kendisine ulaşanlara kişiye özel tasarım da yapıyor. Fiyatlar 100 ile 130 lira arasında değişiyor.


Muzibim, muzipsin, muzip

Türkçede muzip anlamına gelen “wicked” markası aynı zamanda ünlü bir oyuncu olan İpek Yaylacıoğlu’na ait. Bilgi Üniversitesi Reklamcılık Bölümü mezunu olan yaylacıoğlu, 2009’da Londra'da şapka eğitimi aldıktan sonra birbirinden yemelik, renkli ve ismine yakışır biçimde “muzip” saç aksesuarları tasarlamaya başlamış. Bir kere tasarımların tamamı el işi, malzemelerin çoğu da yurtdışından geliyor. Muz lifinden yapılmış kumaşlar, şapka keçeleri, özel boyamalı ve şekilli tüyler, Fransız şapka fileleri ve swarovski taşlar en çok kullandığı malzemeler. Şapka ve saç aksesuarları, bekârlığa veda ve özel konseptli partiler gibi istisnai sebepler yoksa birer adet olarak üretiliyor, kesinlikle çoğaltılmıyor. Markanın en can alıcı işlerinden biri de “gelin serisi”. Evlenmeden önce vintage ruhunu yansıtan bu tasarımlara göz atmakta fayda var. Ayrıca kişiye özel tasarımlar da yapılıyor. “Satışlar nerede?” derseniz, bir yere bağlı değil. Ürünlere ulaşabileceğiniz noktalar, “wickedbyipek.blogspot.com” adresli blog, facebook grubu, yalnızca davetiyeyle üye olunan private shoping siteleri. Ayrıca İpek’in İstanbul Göztepe'de randevu sistemiyle çalıştığı atölyeye gidip ürünlerinin tamamını görebilirsiniz. Wicked marka saç aksesuarları ve şapkaların fiyat aralığı ise 180- 450 TL.


Kafam güzel şekerim!

Galatasaray’ın en nevi şahsına münhasır butiklerinden biri olan Buka elbette enteresan ve eğlenceli saç aksesuarlarına da evsahipliği yapıyor. Hande adlı çok yetenekli bir tasarımcının elinden çıkma “Handechi” marka tasarımların her biri oyuncak kıvamında. Tamamı haute couture olan tasarımlar tül, tüy ve fiyonklarla detaylandırılıyor. Elbette düğün dernek gibi özel günler için kafanızda canlandırdığınız bir modeli de sizin için yapıyor Hande. Saç bandından şapkaya, taraktan tokaya kadar muhtelif saç aksesuarlarının fiyatları ise 40’la 250 TL arasında değişiyor. Özellikle Buka’nın şirin tarzını sevenler bu tasarımlara da bayılacak.


 “Cart” renkte taçlar

Zeckie, Buka’nın yan komşusu. Her durumda zevkler farklılık gösterdiği gibi takı ve aksesuar konusunda da değişik beğeniler söz konusu elbette. İşte Zeckie, öyle her yerde görmeye alışık olmadığımız tasarımlarıyla, takılarıyla da fark yaratmak isteyen cesur kadınlara hitap eden bir marka. Bilenler bilir, Zeckie marka aksesuarlar sürprizlidir; mesela yüzük kare de olabilir, üzerine minik bir kedi de kondurulmuş olabilir. Marka, saç aksesuarlarıyla da fark yaratmayı başarıyor. Özellikle neon renklerde, üzerinde dikkat çekici süslemeleri olan taçları hem abiye kıyafetlerle hem günlük giysilerle kombinlemek mümkün.

24 Haziran 2010 Perşembe

CİTTUK, CEZDUK, CORDUK


DÜKKANI KAPATTIK, ŞENLİKLERİ GÖRMEK İÇİN AYDER’E ÇIKTIK...


Sırtını Kaçkarlara dayamış, ayaklarını Fırtına Deresi’ne sokmuş. Zirvesini masmavi gökyüzüne yaslayan yemyeşil dağlarını kıvrım kıvrım yollar sarmalamış. Yer sonsuz yeşil, gök sonsuz mavi, su sonsuz berrak… Kış boyunca üstüne düşen karların suları, zirveden eteklere akmak için yüksek dağları yarmış. İşte Rize’nin Çamlıhemşin İlçesi’ne bağlı Ayder Yaylası hemen hemen böyle bir yer. Her yıl düzenlenen Ayder Şenlikleri’nin bu yıl 16. düzenlenecekti. Biz de hem şenlikleri takip etmek hem de bu eşsiz doğayı görmek için Ayder’e gittik.




Fotoğraflar: ERGUN CANDEMİR


Hani yoğun iş stresinden sıkılır, “dükkanı kapatıp, yaylalara vurucam kendimi” deriz de o an hayalimizde bir cennet belirir. Öyle yüksektedir ki, ayağımızı biraz kaldırsak göğe uzanıp bulutları tutacağımızı zannederiz. Yüksek dağların arasından süzülen şelaleye nazır, pembe panjurlu bir dağ evimiz bile vardır. Gelin görün ki gözümüzü açar açmaz gökdelenleri, egzoz dumanları, trafiği ve holding biplemeleriyle gerçek hayat bizi acımasızca sarsar. O an, yeşil cennetin sadece hayal olduğunu idrak eder, boynumuzu bükeriz. İşte biz Rize’de, Ayder Yaylası’nda öyle bir iki gün geçirdik ki, o cennetin gerçekte de var olduğunu hatta oraya ayak basılabileceğini anladık. Bu eşsiz manzarayı anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalsa da biz şansımızı deneyelim…

Binbir tonuyla yeşili, çağıl çağıl akan şelaleleri, ayaklarının altında akan deresi, göğe sunduğu dağları, masmavi, berrak gökyüzüyle Ayder, cenneti kıskandıracak bir doğaya sahip. Tüm yayla hatta çevre alanda akan Fırtına Deresi, dağın zirvesinden akıp gelen kar sularıyla besleniyor. Tazyikle akan kar sularının oluşturduğu şelalelerden hiç bahsetmiyoruz. Doğasıyla Fırtına Vadisi’nin en ilgi çekici yerlerinden biri olan yaylada bu sene 16.Geleneksel Ayder Şenlikleri düzenlendi. Ülkenin her yerinden hatta yurt dışından pek çok ziyaretçi çektiğini öğrendiğimiz festivali fırsat bilip, bölgeye uğradık. Şenlikleri izlemekle kalmadık. Yöresel yemekleri tadıp çevre köylere de göz attık.

Eğlenceli şenliğin jandarma problemi
Öncelikle şunu söylemek lazım; 1350 metre yükseklikteki yayla çam ormanlarıyla kaplı olduğundan ayak basar basmaz ufak çaplı bir oksijen sarhoşluğuna giriyor, oradan ayrılana kadar da mutluluktan yalpalamaya devam ediyorsunuz. Uçak yolculuğunun ardından arabayla devam ettiğimiz yol boyunca bize yemyeşil ormanlar ve gürül gürül akan Fırtına Deresi eşlik etti. Ayder’e yaklaştığımızda, yöre halkının kendileriyle ve ağızlarıyla ne kadar barışık olduğunu gösteren, eğlenceli bir tabela gördük: “Cittuk, Cezduk, Corduk”.
Bölgede sadece Gelişim FM diye yerel bir radyo çekiyordu. Yol boyunca bu radyodan kulağımıza çalınan seslerden anlaşılıyor ki, yörenin en popüler türküsü, “Azra, bi gel da!” isimli türkü. Yoğun araştırmalarımıza rağmen, söyleyenin kim olduğunu öğrenemedik.

Yaylaya geldiğimizde şenlik çoktan başlamıştı. Bir yandan tulum sesleri geliyordu, bir yanda yöresel kıyafetler içinde horon tepenler vardı. Piknik yapanlar, uçurtma uçuranlar, düzenlenen yarışmalara katılanlar… Tüm bu etkinliklerin yöre halkı için çok eğlenceli olduğu belliydi. “Fazlasıyla” yöresel bulunabilecek bu şenlik yabancı turistlerin de ilgisini çekmiş olmalı ki, alanda yurtdışından gelenlere de rastladık. İnsanların kendi yöresel kültürleriyle eğlenceli vakit geçirmeleri şahane ama bizce şenlikte bariz bir “jandarma problemi” vardı. Ulusal hatta uluslararası olma iddiasındaki bir şenliğe katıldığınızda, yol kenarının neredeyse tamamını kaplayan jandarmaların yolunuzu kesip, “buraya park edemezsiniz!”, “şuradan geçemezsiniz!” minvalinde talepleri kulağınıza hoş gelmeyebiliyor. Bunu Çamlıhemşin Kaymakamı’na sorduğumuzda, park probleminin kısa sürede çözüleceğini öğrendik. Öğlen saatlerinde de genel olarak tulum ve horon gösterileriyle geçen şenlik, akşam da yerel türkücülerin konserleriyle devam etti.

“Ha uşağum, vur!”


İlk günü horon ve tulum yarışmaları gibi tamamen yöresel etkinliklerle geçen şenliğin ikinci günü kulağa heyecanlı gelen bir etkinlikle açıldı. Dün sürekli kulağımıza çalındığı için merakımızı kabartan boğa güreşlerini izlemek için Galler Düzü’ne çıktık. Bize, üç dört kilometre uzaklıkta denen yere arabayla varmamız, İstanbul’a taş çıkartacak yoğun trafik nedeniyle yaklaşık yarım saatimizi aldı. Güreşlerin yapılacağı alan o kadar kalabalıktı ki, arabayı park edecek yer bulmakta zorlandık. Neyse, zar zor bir yere çekip, aşırı sıcaktan kaçmak için şemsiyelerin altına sığınan kalabalığın arasına karıştık. Herkes tek ağız olmuş gibi bağırıyordu: “Ha uşağum, vur!”…
Etkinlik şöyle: Geniş sayılabilecek, yuvarlak bir alana iki tane boğayı koyuyorlar. Bir de hakem oluyor. Boğalar güreşiyor. Yalnız, boğalar sadece paşa gönülleri istediğinde güreştikleri için biraz beklemek gerekiyor. O yüzden bir güreşin saatler aldığı bile oluyormuş. Şansımıza, bugünkü boğalar pek sevgi dolu olduklarından bir türlü güreşmek istemediler. Sadece bir, iki tos yapıp alanda gezinmeyi tercih ettiler. Etkinlik öyle durgundu ki, sunucu anons yapma ihtiyacı hissetti: “Boğalar geziniyi. Birazcuk teşvik edersek güreşecekler sanurum”. Bu arada yarışması için ismi anons edilen boğa sahibi de gelmeyince sunucu tekrar mikrofonu aldı ve anons başladı: “Güreş alanuna boğanuzu geturdunuz geturdunuz. Geturmedunuz, diskalifiye oliysunuz!”… Boğalar güreşmemekte inat edince başka çaremiz kalmadı. Heyecan içinde çekirdek çitleyen halkın arasından süzülüp yaylaya geri döndük.
Geri kalan zamanımızda yine doğal ve tarihi güzelliklerle dolu çevre köyleri gezdik. Yeni Aktüel okurlarıyla paylaşmak için yörenin yiyeceklerinden tadıp ilginç fotoğraflar çektik. Evet, her şey sizin içindi…

Ayder Nam Mahalde Gayet Sıcak Bir Kaplıca Olup…

Ayder, olağanüstü doğası keşfedilmeden çok evvel binbir derde deva kaplıcalarıyla yedi düvele nam salmış. Öyle ki, 1871 yılında yazılan “Trabzon Vilayeti Salnamesi”nin 174. sayfasında bu kaplıcadan şöyle bahsedilmiş: “ Hemşin nahiyesinde Hala deresi civarında Ayder nam mahalde gayet sıcak bir kaplıca olup yel illetine devası meşhur olup lezzeti hiçbir maden suyuna benzemez”.
Yerli, yabancı çok sayıda turistin ilgisine mazhar olan bu kaplıcanın, romatizmal hastalıklar, iç hastalıkları, kadın hastalıkları ve cilt hastalıklarına  iyi gelmek dışında bir özelliği de Doğu Karadeniz’deki tek kaplıca olması.

TECRÜBEYLE SABİTTİR!

1-Koru Otel’in, enfes şelale manzarasına nazır, açıkbüfe kahvaltısını deneyin.
2-Eylül Kafe’de laz böreği yiyin.
3-Balcı Mustafa’nın meşhur Ayder Balı’ndan bir kavanoz alın.

0’SAN ET YE, B’YSEN SÜT İÇ!

Temeli 1980’lerde James D’adamo tarafından ortaya atılan “kan grubuna uygun beslenme”, sağlıklı ve fit olmak isteyenlerin çok rağbet ettiği bir diyetti. D’adamo’nun oğlu Peter D’adamo’nun, bu diyeti detaylandırıp daha sistematik bir hâle getirerek oluşturduğu “Genotip Diyeti” de tamamen kişiye özel hazırlandığı için büyük oranda etkili. Konuyu diyetin Türkiye’deki uzmanı Yaman Akalın’dan dinledik. Kan grubuna ve genotipe uygun beslenme tüyoları aldık.

Nasıl doğru beslenilir? Her an, her yerde karşıma çıkan diyet listeleri ne kadar faydalıdır? Sağlığıma zararı var mıdır? Benim vücuduma ne kadar uygundur? Uygunsa niye kilo veremiyorum?
Bu soru yağmuru dönem dönem herkesin kafasını meşgul eder. Bir yanda patates kızartmaları, baklavalar, asitli içecekler ahenkle dans ederken, iradeye hâkim olup doğru beslenmek, yediğimiz lokmalara sınır koymak önemli ve hassas bir konudur. 80’li yıllarda ortaya çıkan kan grubuna uygun beslenme diyeti de bu durumun farkında olup, beslenmesine dikkat edenlerin çok rağbet ettiği bir diyetti. ABD’li bilim insanı James D’adamo, “One Man’s Food” (Bir Adamın Yemeği) adlı kitabında kan grubunun sağlıklı yaşam üzerindeki etkisini anlatıp, çözüm önerileri sunmuştu. Bu diyet, uygulayanların yüzde 70’inde mükemmel sonuç vermesi itibarıyla hâlâ geçerliliğini korurken, D’adamo’nun oğlu, Dr. Peter D’adamo babasının bulduğu diyeti detaylandırıp daha kişiye özel hâle getirerek “genotip diyeti”ni oluşturdu. Kan grubu ve genotip diyetlerini, diyetlerin Türkiye’deki uzmanı, Yüksek Mühendis Yaman Akalın’dan dinledik. Kendisi de yüksek tansiyon, hipoglisemi ve reflü gibi rahatsızlıklardan mustarip olduğu için bu diyetleri uygulayan ve çok olumlu sonuçlar alan Akalın’a göre kan grubu insan hayatında çok önemli bir etken. Şöyle ki; gıdalarda bulunan lektin denen proteinin kan hücrelerine yapışıp çökerttiği, bunun da insan kan gruplarıyla etkileştiği 1940’larda ortaya çıkmış bilimsel bir gerçek. Bu araştırmalara bakınca, bazı hastalıkların bazı kan gruplarında daha sık görüldüğü ortaya çıkmış. Mesela ülser ve manik-depresif rahatsızlıklar en fazla 0 grubunda; kalp, damar, diyabet ve bazı kanserler A’larda görülüyor. B grubunda obezite gibi metabolizmik rahatsızlıklar, kalp, damar rahatsızlıkları, idrar ve solunum yolları problemleri görülüyor. Kan grubunun bir diğer önemi de kan grubu antijenlerinin, bağışıklık sisteminin en aktif askerleri olması. Yani vücuda bir gıda maddesi ya da mikrop girdiğinde dost mu düşman mı, buna kan grubu antijenleri karar veriyor. O yüzden yediğiniz bir şey yanlışsa vücut onun için savaşarak enerji harcıyor. Dolayısıyla kişi kan grubuna uygun beslendiğinde vücut, enerjisini boşa harcamayıp hastalıklara daha dayanıklı oluyor. Kan grubu, sindirim sistemini de etkiliyor. Mide asidi en yüksek olan grup 0, en düşük olansa A grubu. 0 grubundaki birinin yiyip rahatlıkla hazmettiği bir besin, A’lar için kâbus olabiliyor. Akalın, kan grubu diyetinin etkilerini şöyle anlatıyor: “Üç dört haftada beliniz inceliyor. Kas dokunuz artıyor, yağ dokunuz azalıyor. Genellikle birinci aydan sonra kilo kaybı başlıyor. Vücut tekrar yağ yakmayı öğreniyor. Doğadaki hayvanlara baktığınız zaman onlar kendilerine neyin faydalı olduğunu biliyorlar. Ev kedisine çikolata yedirebilirsin ama sokak kedisi asla yemez. Bu diyetle siz de doğanıza neyin uygun olduğunu öğreniyorsunuz. Sonra öyle bir süreç ki, aylarca hatta yıllarca her gün bir şeyin daha iyiye gittiğini hissediyorsunuz. Daha canlı, enerjik, mutlu oluyorsunuz.” Akalın, kan grubu diyetinin kilo vermek için değil sağlıklı yaşamak için uygulanması gerektiğinin altını çiziyor. Kilo vermek bunun getirilerinden yalnızca biri. Akalın devam ediyor: “Gençlerde akneler kayboluyor, cilt daha berrak oluyor. Daha az hastalanmaya başlıyorsunuz.” Akalın’ın, astım başlangıcı olan oğlu da bu diyeti uyguladıktan sonra hastalıktan kurtulmuş.


Genotip diyetiyle genlerinizi ehlileştirin

Kan grubunun, insanlar arasında ne kadar önemli farklılıklara yol açtığı ortada. Bu nedenle kan grubu diyeti insanların yüzde 70’inde mükemmel sonuç verirken geri kalanında iyi ama mükemmel olmayan sonuçlar veriyor. Bunun nedeni, sağlıklı yaşam hususunda tek faktörün kan grubu olmaması. Bizi biricik yapan genetik kodlarımız da sağlık risklerini aza indirmek ve kaliteli bir hayat yaşamak için oldukça önemli bir etken. Peter D’adamo da bunu göz önünde bulundurarak, babası James D’adamo’nun bulduğu kan grubu diyetini geliştirip detaylandırarak “Genotip Diyeti”ni bulmuş ve uygulamaya başlamış. Konuyu, bu diyetin de uzmanı olan Yaman Akalın detaylandırıyor: “Genetik kodlarımız anne karnındayken oluşuyor. Annemizin hatta anneannemizin hamileyken nasıl beslendiği bile bizim genetik kodlarımızı ve sağlık risklerimizi etkiliyor. Anne karnında çok iyi beslenmeyen biri sanki kıtlık dünyasına gelmiş gibi yediğini depoluyor. Sonra da ‘ne yesem yarıyor’ diyen grup oluşuyor. Ama bu kader değil, çünkü beslenme şeklimizi ve hayat tarzımızı değiştirerek iyi genleri konuşturup, kötü genleri susturabiliriz. Tıpkı bir ekolayzır gibi.”
Peki kişinin genotipi nasıl belirleniyor? Yani tamamen kişiye özel olan genotip diyetini uygulamak isteyen biri hangi aşamalardan geçiriliyor?
Öncelikle kan grubu, rh faktörü ve parmak izi alınıyor. Kişinin genetik yapısıyla ilgili ipucu verecek ölçümler yapılıyor. Mesela kafa yapısı, kafatasının uzunluğu, genişliği, çene açısı, işaret ve yüzük parmaklarının birbirlerine oranı, kişinin boyu, gövde-bacak oranı, uyluk-kaval kemiği oranı gibi ölçümler yapılıyor. Kişinin aile geçmişindeki rahatsızlıklar araştırılıyor, varsa tahlil sonuçlarına da göz atılıyor. Bu detaylı tetkikler sonucunda ortaya altı tane grup çıkıyor; hunter, gatherer, teacher, explorer, warrior ve nomad. Birey, bunlardan birine ait oluyor ve grubuna uygun öneriler alıyor. Ancak genotip diyeti o kadar kişiye özel ki, bir hunter’la başka bir hunter’ın diyeti birbirinden çok farklı olabiliyor. Sonuçta, bireyin sağlık riskleriyle ilgili önemli ipuçları veren bu araştırma sonucunda kişiye özel diyet hazırlanıyor ve yaşam tarzı öneriliyor. Sağlık risklerinin neler olduğu belirtiliyor. Genetik riskler asgariye indirilip kişiyi daha sağlıklı ve uzun ömürlü hâle getiriyor.


Genotipiniz ne?

Hunter (Avcı):


Hunter’lar 0 grubundan çıkar. Fiziksel özellikleri; bilekleri ince, tendonları görünür, yüzük parmağı işaret parmağından daha uzun, bacaklar gövdeden uzun, alt bacak üst bacaktan uzundur. Bağışıklık sistemi en güçlü gruptur. O kadar güçlüdür ki, zaman zaman kendine bile zarar verir.

Gatherer (Toplayıcı):

0, B ve AB’lerden oluşur. “Su içsem yarıyor” diyenler genelde Gatherer olur. Ana rahminde çok iyi beslenemedikleri için, kıtlık dünyasına doğduğunu düşünüp ne bulurlarsa depoluyorlar. Ne kadar kısarlarsa o kadar depoluyorlar. Diyet yaparken daha çok kilo alanlardır. Bağışıklık sistemleri güçlüdür.

Teacher (Öğretmen):

A ve AB grubundakiler genellikle Teacher olur. Çok dost bir bağışıklık sistemleri vardır ancak kanser gibi bazı önemli rahatsızlıkları çok geç fark ettikleri için ciddi sorunlarla karşı karşıya kalabilirler.


Explorer (Kaşif):


Bütün kan grubundakiler bu gruptan olabilirler. Özellikle rh faktörü negatif olanlar… Vücut ve yüzlerinde hafif asimetri olur. Kadınlarda bir göğüs diğerinden farklıdır ve çok kendine özgü karakterleri vardır. Aykırıdırlar. Bağışıklık sistemleri ve çevreye adaptasyon kabiliyetleri çok yüksektir.

Warrior (Savaşçı):

Genellikle A grubundakilerden oluşur. Savaştan kurtulup, yeniden medeniyeti kuracak gruptur. Yapacak çok iş vardır. Sürekli çalışması gerekir. Tüm yoğunlukta her şeye vakit ayırırlar. Hızlı yaşlanırlar. Yüzlerinde çok çabuk çizgiler oluşur. Ortalama ömürleri kısadır.

Nomad (Göçebe):

B ve AB grubu olanlardan oluşur. Uçlarda gezen bir genotiptir. Çevresel faktörlere çok hassastırlar.


Kan Grubuna Uygun Beslenme Rehberi


0 grubu: “Buğday ve undan uzak dur!”

Bu kan grubundakiler için en kötü besinler buğday ve makarna dâhil tüm unlu mamuller. Mısır, mercimek, patates, süt ve süt ürünlerini de kesinlikle yememeliler. Kalsiyum almak için yeşil gıdalar ve badem yemeleri uygun. En faydalı şey, yağsız kırmızı et. Otlak hayvanının etini yağlı da yiyebilirler. Otlak hayvanı tahıl yemediği için zayıflatıcı etkisi de vardır. Pırasa ve karnabahar dışında tüm sebzeler, portakal, mandalina ve kivi hariç tüm meyveleri yiyebilirler. Balık da bu grup için faydalı besinlerden. Günde üç öğün yemek yemeliler. Taş devrinde nasıl beslenildiğini düşünün. 0’ın ne yemesi gerektiğini anlarsınız. Egzersize gelince… 0 grubundaki biri sağlıklı ve mutlu olmak için çok aktif olmalı. Hareket ettikçe kendilerini iyi hissederler.

A grubu: “Sindirimi hızlandırmalı!”

Bu grubun kesinlikle uzak durması gereken besinler kırmızı et, domates, biber, patlıcan, patates, süt ve süt ürünleri… A grubunun sindirimi yavaş olduğundan kırmızı eti hazmetmesi oldukça zordur. Sindirimi hızlandırmak için yapmaları gereken, her sabah bir bardak ılık suyun içine yarım limonu sıkıp içmek. “Peki ne yiyeceğiz?” derseniz, bitkisel proteinler ve bol sebze tüketmek sizin için en iyisi. Özellikle börülce, mercimek ve soya çok faydalı. Kolay bulunmasa da saf çavdar ekmeği yemelerinde fayda var. Portakal, mandalina hariç tüm meyveler emirlerinde. Sık ve az yemeliler. Bu gruba uygun egzersizlerse yoga ve meditasyon gibi rahatlatıcı egzersizler.


B grubu: “Temel gıdanız süt ürünleri”

Tavuk, domates, mercimek, mısır ve buğdaya yaklaşmamaya çalışmalılar. Diğer gruplara zararlı olan süt ve süt ürünleri bu grubun temel gıdası. Kuzu eti, yulaf ve pirinç çok faydalı. Bolca sebze yemeli. Uygun egzersiz, A grubunda olduğu gibi yoga ve meditasyon gibi rahatlatıcı egzersizler.

AB grubu: “Kuru fasulye gaz yapar!”

Bu grup hem A’dan hem B’den etkilenir. Yememesi gereken gıdalar şunlar: Kuru fasulye, biber, dana eti, mercimek, enginar. Sebze ve süt ürünü ağırlıklı beslenmeli. Egzersizleri de yine yoga ve meditasyon.

Tüm gruplar yapmalı:

*Her gün, kilonuzun otuzda biri kadar su içmelisiniz.
*Mümkünse içtiğiniz suyun her litresine bir çimdik ham deniz tuzu katarsanız suyun götürdüğü mineralleri vücudunuza geri yüklemiş olursunuz.
*Organik beslenmelisiniz.
*Kızartma ve domuz eti herkese yasak!


Yaman Akalın’a göre beslenmeyle ilgili doğru bilinen yanlışlar:


“SÜT kalsiyum deposu olduğu için herkes tüketmelidir.”

Kim diyor bunu? Sütteki şekerlerden biri galaktoz. A veya 0 grubundansanız süt içtiğiniz zaman B grubu kan almış gibi vücudunuz tepki verir. Tabii ağızdan aldığınız için daha hafif olur. Boğazınız gıdıklanır.

“KIRMIZI ET herkese enerji verir.”

Kırmızı et sindirimi çok zor bir besindir. O nedenle herkes yememeli. Özellikle sindirimi çok yavaş olan A grubu sindiremez. Midelerinde uzun süre kalır, şişkinlik ve gaz yapar. Yemekte ısrar edilirse zamanla kilo fazlası, toksin arttırıcı etki yapar. Ama 0 grubu için vazgeçilmezdir.

“Her SEBZE herkese faydalıdır.”

Her sebze herkes için faydalı değil. Mesela 0 grubu karnabahar yerse sindiremez, müthiş gaz olur. A grubundakilerin de lahanadan uzak durmaları lazım.

“Kan Grubu Diyeti”ni uygulayanlar anlatıyor



E.K. (25 yaşında, FMF hastası olduğu için diyete başlamış)
Teşhisi epey yanıldıktan sonra konmuş bir Akdeniz Ateşi (FMF) hastasıyım. Doktor almam gereken ilacı söyleyip göndermişti fakat ilacı hep aynı dozda aldığım hâlde çok yoğun atak dönemleri oluyordu. Daha sonra, çevresinde FMF hastası çok insan olan biri, kan grubuna göre beslenip iki sene hiç atak yaşamayan tanıdıkları olduğunu söyledi. Biraz inat ettikten sonra, atakların sıklaşıp yaşam kalitemi ciddi anlamda düşürdüğü bir dönemde başlamaya karar verdim.
Uygulamaya başladıktan sonra sağlığım çok düzeldi ve enerji seviyem genel olarak arttı. Bir kere, aylardır hiç FMF atağı yaşamadım. Şimdi o yoğun ataklı dönemleri düşündüğümde, genellikle beslenmeme eklediğim şeylerle bağlantı kurabiliyorum. Çok kolay bir şekilde olumlu ya da olumsuz olarak nitelenemeyecek bir şey ise, vücudun almadığı maddelere hassasiyetinin artması. Eskiden de yediğim ve zaman zaman rahatsız eden şeyler, şimdi çok çabuk semptomatik olarak rahatsız ediyor. Fakat bu bir yandan aslında vücudun o maddeleri ne kadar istemediğini ve başından beri aslında zorlandığını gösteriyor.  Benim için yöntemin getirdiği sağlık avantajları herhangi bir zorluktan çok daha önemli. Dolayısıyla, bu zorluklar birincil önemde değil benim için. Ancak un ve domates yememek tabii ki dışarıda bulunabilecek uygun yemekler açısından çok kolay olmuyor. Ancak dışarıdan büyük bir mahrumiyet veya zorluk gibi görünen durum, benim için aslında artan bir hayat kalitesi ve sağlık seviyesi demek. Kan grubu diyetine hâlâ devam ediyorum ama yakında genotip diyetine geçmeyi düşünüyorum. Benim sağlık durumum biraz daha farklı olmakla birlikte, genel sağlık ve enerji seviyesi gibi nedenlerle kesinlikle herkese öneriyorum.

Ünay Kızıltan, 55 yaşında
Bu diyeti epey bir aradan sonra yeniden buluştuğumuz eski bir arkadaşımdan öğrendim. Kendisinin, bu diyet sayesinde nasıl, aldığı bütün ilaçlardan ve fazla kilolardan kurtulduğunu anlatınca ilgim daha da arttı. Son birkaç yıldır, alışkın olmadığım bir kiloya ulaşmış ve bütün gayretlerime, bol sebze ve meyveye dayanan toksin atıcı diyetlere ve spor yapıp yüzmeye karşın bu fazla kilolardan kurtulamamıştım. Ayrıca her zaman özenle ve dengeli beslenen biri olmama karşın, nedense son zamanlarda, eskiden hiç olmayan bir mide yanması ve şişkinlik sorunum olduğunu da eklemeliyim. Arkadaşımla konuşurken, kan grubu ve genotipi çıkarılarak verilen rejim listelerinin kişiye özel olduğu için, ne kadar farklı olacağını da net olarak gördüm. Bu nedenle, temelde fazlalıklardan kurtulmak ve geniş anlamda da, daha sağlıklı yaşamak için bu rejimi uygulamaya başladım. Uygulamadan, henüz tam olarak uygulayamadığım adaptasyon sürecinde dahi memnun kaldım. Şişkinlik hissi ve yanma hali kısa zamanda yok oldu. Beni en çok şaşırtan, buğday ürünlerini keser kesmez bu kadar net bir sonuca ulaşmak oldu. Bu şekilde beslenmek çok kısa zamanda, hiç rahatsızlık duymadan çok iyi kilo verebilmek ve kendini çok iyi hissetmek sayesinde, genel olarak yaşam kalitemi olumlu etkiledi tabii.
Yöntem ilk başlarda, en azından benim için hiç de fazla zorlayıcı olmadı. Yapı olarak, inandığım bir şeyi kolaylıkla uygulayan biriyimdir. Hele kısa zaman içinde, olumlu sonuçlara ulaşabildiğim için bu başlangıç süreci beni daha da gayretle ve tam olarak, yani artık kaçamak yapmadan uygulamaya teşvik etti. Bu süreçte, üç hafta gibi kısa bir sürede dört kilo verdim. Sadece bir defa, ani bir kahve krizi yaşadım ve koşarak gidip hazır kahvelerden birkaç tane alıp hem sütlü hem de şekerli olarak (kahve 60 gün sonra azar azar başlamam önerilen, süt ve şeker ise bana kesinlikle yasak olanlar listesindeydi) ardı ardına içtim. Ve tabii bir anlamda rahatladım ama ertesi sabah solunum yollarımda, iki paket sigara içmiş gibi bir doluluk hissi olunca, diyetin ne demeye geldiğini daha iyi anladım. Bence en önemlisi, bedeninizin de, sizin onun iyi işlemesine uygun bir yakıt türü kullanmaya başladığınızı derhal anlayıp sürece uyumu hızla yapması. Verilen miktarlarda yemeye özen gösterdiğinizde, hem çok hızla fazlalıklardan kurtuluyor hem de sağlık açısından ne kadar rahatladığınızı anlıyorsunuz.

Güler Miyak Ferah
Bu uygulamayı Yaman Bey’den öğrendim. Sağlıklı yaşamak, bağışıklık sistemimi kuvvetlendirmek ve yaşlanmayı mümkün olduğunca ertelemek fikri ile uygulamaya karar verdim. Bu düşünceye inanmamın nedeni ise Yaman Bey de gördüğüm enerji ve zindelikti. Karşımda bu uygulamanın kanıtı vardı. Denemeye karar verdim ve benim için yeni bir hayat başladı.
Uygulamadan son derece memnun kaldım. Bir beden zayıfladım. Fiziğim orantılı ve daha düzgün oldu. Sağlık kısmına gelince; bağışıklık sistemim güçlendi. Çok sık nezle, anjin olurdum; hastalanmayı unuttum. Çocukluğumdan beri kronik egzamam vardı. Merhemler tekrarlanmasını engelleyemezdi. Artık yok. Sivilce lekelerim geçti. Psikolojik yöndense; fazla kaygılı, heyecanlı ve panik bir yapım vardı. Şu an her normal insan gibi yaşanması gerekeni yaşıyorum sadece.
Yaklaşık 16 ay önce sezaryenle doğum yaptım. Çok rahat uyandım. Yataktan ilk kalkışımda çok zorlanmadım. Hatta hemşirem “şu ana kadar ilk defa siz bir kerede kalktınız” diye şaşırdı. Sezaryenden kaynaklanan klasik gaz sancısını çekmedim. Çok rahat bir hamilelik dönemi yaşadım. Gebelik şekerim ya da gebelik tansiyonum olmadı. Vücudum ödem yapmadı. Ne kadar çok uyursam uyuyayım ayılmam ve yataktan kalkmam uzun sürerdi. Şu an zinde kalkıyorum. Enerjim yüksek. İlk başlarda sevdiğim yiyeceklerle vedalaşmaktan biraz rahatsızdım. Sonra faydalarını tecrübe ettikçe yemek istemedim. Vazgeçtiklerimin yerine alternatif çeşitler üreterek yeni bir damak tadı oluşturdum.

Peter D’adamo kimdir?

Dr. D’adamo 1982’de Bastyr Üniversitesi’nde Naturopatik Doktorası yaparak Naturopatik Fizikçi unvanını aldı. 20 yıldır doğal ürün ve ilaçlar üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınıyor. Özellikle kan grupları ve beslenmeyle ilgili araştırmalarının büyük önemi var. 1990’da Amerikan Naturopatik Fizikçiler Birliği tarafından Yılın Fizikçisi seçilen D’adamo 2001’de Instıtute for Human Individuality’i (İnsan Bireyselliği Enstitüsü) kurdu. 2009’da Bridgeport Üniversitesi’nde ilk “Bireyselleştirilmiş İlaç” kavramını buldu ve naturopatik eğitimde kullandı. 1996’da yayımlanan “Eat Right 4 Your Type” (Grubuna Uygun Beslen) kitabı onu uluslararası bir yazar ve doktor haline getirdi. D’adamo’nun kitapları NY Times’ın çok satanlar listesine girdi. 1999’da “en çok merak uyandıran doktor” olarak anıldı. İlk kitabı “Eat Right 4 Your Type” “Tüm Zamanların En Etkili Sağlık Kitapları”ndan biri seçildi.

23 Haziran 2010 Çarşamba

VE “ESMOD” TÜRKİYE’DE

1841’de Fransız İmparatoru III. Napolyon’un eşi İmparatoriçe Eugénie’nin özel terzisi Alexis Guerre Lavigne’ın terzileri eğitmek amacıyla açtığı ESMOD, bugün Paris’ten Dubai’ye tam 14 şehirde moda eğitimi veriyor. Nihayet İstanbul’a da demir atan okul, eğitime Eylül ayında başlayacak.

Her şey İmparator III. Napolyon’un sevgili eşi, İmparatoriçe Eugenie’nin özel terzisinin başının altından çıktı. Aynı zamanda ilk prova mankeninin de mucidi olan Alexis Guerre Lavigne adlı muhteşem zat, ülkedeki diğer terzileri de kendisi gibi maharetli olmaları için eğitmek amacıyla ESMOD’u kurdu. Bu basit açılışı yaparken, okulun yüzyıllar boyunca çap genişleterek, misyon değiştirerek dünyanın en prestijli moda okullarından biri olacağından bihaberdi kuşkusuz. ESMOD şu anda Paris, Dubai, Sao Paulo, Berlin, Oslo gibi şehirlerde modaya heves eden genç yetenekleri eğiten oldukça önemli bir kurum. Son olarak İstanbul Fındıklı’da açılan, eğitimine Eylül itibariyle başlayacak olan okul, Türk moda endüstrisinin dünyaya açılması için kaçmaz bir fırsat gibi görünüyor.

ESMOD Türkiye Genel Müdürü Nadine Masoud, okulu açmadan önce Türkiye pazarını enikonu araştırmış. Türkiye’de modaya yoğun ilgi olduğunu ancak moda eğitiminin tekstilden öteye gitmediğini gözlemlemiş. Şöyle diyor: “Elinizde iyi pamuk var, iyi ipek var. Bu kaynaklar iyi eğitimle, doğru değerlendirilmeli. Türkiye’de farklı alanlarıyla moda eğitimi veren, kapsamlı bir okul olmadığı için ESMOD gibi uluslararası bir okula ihtiyaç vardı.”

“Moda sektöründe eleman açığı var”

ESMOD’da her ülkede haftası haftasına aynı müfredat ve program uygulanıyor. Masoud’un söylediğine göre tasarlanan kıyafetler ülkelerin kültürüne adapte ediliyor. Yani teknik aynı, yaratılan ürünler farklı. Masoud bunu her ülkede ilham alınan şeylerin farklı olmasına bağlıyor.

ESMOD’un diğer moda okullarından en önemli farkı yalnızca tasarımcılık değil iletişimden pazarlamaya tüm alanlarda eğitim vermesi ve moda sektörünün tüm sahaları için eleman yetiştirmesi. Okulda moda tarihinden tekstile, çizimden moda fotoğrafçılığına kadar pek çok alanın üstünde duruluyor. Bu mevzu esasen en can alıcı noktalardan biri. Çünkü moda sektörü denince akla genellikle tasarımcılık geldiği için çok sayıda elemana ihtiyaç duyulan diğer sahalar boş kalıyor. ESMOD açılırken de iletişim ve pazarlamayla ilgili çalışan açıklarını, Türkiye’den talep olmadığı için İtalya’dan birilerini getirerek kapatmak zorunda kalmışlar. Okul, farkını iş bulma konusunda da ortaya koyuyor. Masoud’un söylediğine göre mezunlarının yüzde 85’i ilk altı ay içinde farklı sahalarda işlere girebiliyorlar.

Bir önemli nokta da, diğer okullarda eziyet hâline gelen “çizim” derslerinin burada farklı bir yeri var. Masoud, çizimin modada çok önemli olduğunu ama tasarımla uyumlu olması gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Çok iyi çiziyor olabilirsin ama çizdiğin tasarım hayata geçebilir mi? Satılabilir bir ürün olur mu? Hepsini öğrenmen gerekir.” Masoud’a göre Türkiye’nin moda alanındaki en önemli eksiklerinden biri tasarımcıların koleksiyon üzerine çalışmaması. ESMOD üç yıllık uzun eğitiminde bu konunun üzerinde de özellikle duruyor.

Okulun eğitimi İngilizce. Özellikle ana derslerin hemen hepsini yabancı öğretmenler verecek. Moda Tarihi, Tekstil gibi derslerde lokal öğretmenler de yer alacak. Okulun sanat direktörlüğünü ise yine bir ESMOD mezunu olan, DİCE KAYEK markasının yaratıcılarından Ece Ege yapacak.

“Türk modası dünyaya açılacak”

Peki uluslararası şöhreti ve prestiji olan okul Türk moda endüstrisini nasıl etkiler? Masoud yanıtlıyor: “Türkiye’de insanlar kendi markalarını yaratıyorlar artık. Ayakta kalmak için iyiyi üretmek zorunda olduklarını anladılar ve kendi markalarını geliştirdiler ama markalar uluslararası değil. Birçok ünlü tasarımcı var ama onları siz tanıyorsunuz sadece. ESMOD’da eğitim alan bir tasarımcı, ürününü Tokyo’ya ya da başka şehirlere gönderebilecek. Her yıl, yıl boyunca uluslararası defileler ve yarışmalar düzenlenecek. Öğrenci, eğitimine ESMOD’un başka şehirdeki bir okulunda devam edebilecek. Ben bu sayede Türkiye’den çok sayıda uluslararası genç tasarımcı çıkacağına inanıyorum.”

Okula giriş prosedürü ise şöyle: Önce iki saatlik bir genel-kültür sınavı. Ardından sözlü mülakat. Ana derslerin İngilizce verileceğini belirtmiştik. İyi derecede İngilizce bilmek de şart oluyor bu durumda.

21 Mayıs 2010 Cuma

Yolların “kaplan”ları


Kolda dövmeler, sırtta deri yelekler, parmaklarda kocaman, gümüş yüzükler… Ancak karşıdan bakınca “siyah giyen adamlar” kıvamında durmalarına aldanmamakta fayda var. Zira “Anadolu Kaplanları Motor Sporları Derneği”ni de kuran bu beyler dernek lokalinde toplaşıp okey oynamakla yetinmemişler. Öncelikle kendi aralarında emsaline rastlaması zor bir dayanışma kurmuşlar. Bununla da yetinmeyip yardım kampanyaları düzenleyerek ve kendi ideolojileri doğrultusunda siyasi meselelerde duruş belirleyerek ellerini muhtelif taşların altına da yerleştirmişler.


*“Anadolu Kaplanları” ne zaman kuruldu?

Alp Akgün (Yol kaptanı): Bu aslında 2000’den beri var olan bir grup ama dokuz kişilik bir ekip tarafından 2004’te resmen kuruldu. Yani resmîleşip MC formatını alması 2004’ü buldu. MC formatı, kulübün uluslararası platformda geçerli olan bir açılımı.

Volkan Yüksel (Başkan): Aslında dediği gibi önce başka bir kulübümüz vardı ama biliyorsunuz nerede kalabalık var, orada işler yürümez. Dağıldık. Birbirinin duruşunu beğenen birkaçımız toplanıp Anadolu Kaplanları’nı kurduk. Şimdi derneğiz: Anadolu Kaplanları Motor Sporları Derneği…


*MC formatını herkes bilmez herhalde. Bu formatı vermeleri için ne gerekiyor?

A. A.: Uluslararası platformlarda geçerli olan bazı kriterler var. Hayatta motosikleti farklı bir noktaya taşımanız lazım. Temeli de kardeşlik. Biz ülkemizde MC formatında kurulan ilk kulübüz. Türkiye’de şimdi birkaç tane daha böyle kulüp var.


“Okey de oynuyoruz, barda da takılıyoruz”

*Neden böyle bir grup kurdunuz peki? Amacınız neydi?

A. A.: Vallahi aslında temel nokta motosiklete binmek. Bunu da yanımızda güvenebileceğimiz, kardeş yerine koyabileceğimiz arkadaşlarımızla birlikte yapmak istedik. Yarın bir gün, Allah göstermesin cenazemizi kaldıracak arkadaşlarımız olsun yanımızda. Biz buna “mahallenin çocukları” da diyoruz. Şubelerimiz de var. Uşak’ta, Side’de, Eskişehir’de, Bursa’da ve Ankara’da…


*Toplanıp ne yapıyorsunuz peki? Dernek ritüeli olarak lokalde biraraya gelip okey oynuyor musunuz?


A. A.: Temel noktamız birlikte vakit geçirebilmek. Bunu yaparken de motorculuğu Türkiye’de geliştirmek adına yapabileceğimiz faaliyetleri ayarlıyoruz.

*Bahadır İmay (Arka silahçı): Okey de oynuyoruz tabii. İstanbul şubesindeki üyeler muhakkak bir noktada buluşuyorlar. Muhabbet de olabilir, okey de olabilir, barda takılmak da olabilir. Ama bizim farkımız şu, gruptaki her üye birbirini çok sıkı tanır. Bu arada başka şeyler de yapıyoruz. Yardım kampanyalarımız oluyor.

*Ne tür kampanyalar bunlar?


B.İ.: Kimsesiz ve engelli çocuklar için bir girişimde bulunmuştuk. Herkes destek olabilir bunlara. Web sitemizden ulaşabilirler bize. Kıyafet takviyeleri yapıyoruz, çocuk okutuyoruz.

V.Y.: Tabii bunların bazılarını gizli yapıyoruz. Daha doğrusu herkes görsün diye çabalamıyoruz. Ama bazı yardım kampanyalarını özellikle ön plana çıkarmak lazım ki dikkat çekebilsin.

*Sıkı bir dayanışma var aranızda. Aranıza herkes katılabiliyor mu peki? Ne tür şartlarınız var?

A. A.: Biz herkesi almıyoruz. Birbirine bağlı olduğu için güvenilir bir insan olması gerekir. O yüzden kulüpteki birinin kefil olması lazım o kişiye.

*Güvenmek derken?


A. A.: Din, ırk, siyasetin bizim için bir önemi yok. Bizim için temel nokta şu: Atatürk İlke ve inkılaplarına bağlı, bayrağını seven, Türk örf ve âdetlerine uyan birini arıyoruz. Gelen kişi en az bir yıl bizimle takılır. “Hang around” deriz ona. Uyuşuyor muyuz diye bakarız. Bir sene sonra aday üyeye okey veriyoruz. Bir sene sonra da aday üye oluyor. Sonra “full yelek” alabiliyor. İki üye dahi hayır derse o yeleği alamaz. Çeşitli psikoloji testlerimiz de var. Gecenin bir yarısı arayıp benzin almaya çağırabiliriz. Bakarız; geliyor mu gelmiyor mu?

*Aman Allah’ım! Zorunuz ne?


A. A.: E, yarın bir gün ihtiyacınız olduğunda arayabileceğiniz biri olması lazım. Ben aradığımda Bahadır’ın geleceğini, Bahadır aradığında benim geleceğimi bilmeli.

B. İ.: Evet, kesinlikle. Birsürü kritere dikkat ediyoruz. Motosikleti ilk plana koyacak. Sonra o kişiye o kadar güveniyoruz ki, “full yelekli” birinin arkasına eşinizi verip gönderebilirsiniz iç rahatlığıyla.

A. A.: Sonra biz ailece de görüşürüz. Buradaki herkes benim özel hayatımı, sıkıntılarımı, mutluluklarımı bilir.

V. Y.: Tabii aile bizim için çok önemli. Ciddi ilişki yaşadığımız bayanlar ve eşlerimize “old lady” deniyor ve onların da dernek içinde önemli yerleri var. Eşlerimizin olduğu yere, genç arkadaşlarımız günübirlik kız arkadaşlarını getiremez.

*Anadolu kaplanlarının içinde kedi yavruları yatıyor galiba…

A. A.: Evet. Dışarıdan bakıldığı zaman sert bir imajımız var. Serseri, işsiz güçsüz modu tüm dünyada var. Hâlbuki biz de çalışıyoruz. Ben bir mağazalar zincirinde dergi ürün sorumlusuyum mesela. İşletmeciler var. Başkanımız işletme müdürü…

B. İ.: Turizmcisi, tamircisi, her türlüsü var.


Hanımlar giremez!


*Dernek olarak bu aralar yapmak istediğiniz şeyler var mı?

A. A.: Bu aralar öncelikli hedefimiz Türkiye’deki motosiklet kullanıcılarının trafikte yaşadıkları problemleri en aza indirmek.

*Kadınlar bu konuda daha çok sorun yaşıyorlardır herhâlde. Kadın sürücü var mı aranızda?


A. A.: Yok, bayan almıyoruz.

*Neden?


V. Y.: Bayanlar beş çaylarına, altın günlerine bizi çağırıyor mu? Biz onlara katılamıyoruz. Onlar da buraya katılmasın.

A.A.: Bayanlar neden bazı kulüplere erkekleri almıyorsa biz de ondan onları almıyoruz. Hem kriterlerimiz de biraz sert.

B.İ.: Evet. Sudan geçiyoruz, günlerce çadırlarda kalıyoruz. Ama gezilerimize ziyaretçi olarak kadınlar da geliyorlar.

Erkin Meydan (Asil üye): Sert olmak zorunda kalıyoruz ama. Çünkü karşıdan gelen hareket senin canına kast. Güvencen yok.

A.A.: O yüzden hemen Trafik Yasası’nda motosikletle ilgili düzenlemelerin yapılmasını sağlamayı amaçlıyoruz. Günümüzde Türk kara yollarında motosikletin hız limiti 80 km. Bilmem kaç model Ford 120 km hızla gidebilir ama 2010 model motosikletle ancak 80’le gidebilirsin. Motorla ilgili çok yüksek vergiler var. Bunlar düşürülürse, trafik sorununu da çözecektir. En azından yaz aylarında insanlar motora kanalize olursa trafik sorunu büyük ölçüde çözülür.

E. M.: Hem yollar daha güvenli olur o zaman. Çünkü motor kullanan biri önce kendi can güvenliği için kurallara uymak zorunda.

*Bunları çözmek için bir yerlere başvurdunuz mu?

A. A.: Tabii tabii. Kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz. Bu şekilde sesimizi duyurmaya çalışıyoruz açıkçası. En basitinden emniyet şeritleri motorlara açık olabilir. Bir imzaya bakar bu. Bir de şöyle bir özel durumumuz var bizim. “57. Alay Sürüşü”müz var. Kulüp kurulduktan bir sene sonra başladık. Her sene yapıyoruz. Anzaklar her yıl 24 Nisan’da sabah bir tören yapıyorlar kumsalda ama biz Türklere o gün Gelibolu Yarımadası’na girmek yasak. Halbuki 95 sene önce orada biz binlerce şehit verdik. Biz de rahatlıkla girip törenlere katılabilmeliyiz orada. Bunun için de çalışmalarımız var.

Fotoğraflar: OLCAY ÇINAR-EŞREF RUHAN ŞERBETÇİ

7 Mayıs 2010 Cuma

Suç Satar!


Gazeteci-şair Jack Unterweger 25 yaşındayken bir fahişeyi, kendi sutyeniyle boğarak öldürdü. “Neden?” diye sorulunca şöyle yanıt verdi: “Karşımda annemi görür gibi oldum. Dayanamadım, öldürdüm.” Hapsi boylayan Unterweger, yazdığı olağanüstü şiir ve makalelerle entelektüel kesimin hayranlığına öylesine mazhar oldu ki, iyi hâli gözetilerek serbest bırakıldı. Serbest kaldığı dönemde bir yandan etkileyici yazılarına devam ederken, bir yandan da eski bir alışkanlıktan vazgeçmedi: Fahişeleri öldürmek… Sonunda tekrar yakalanıp, 11 fahişeyi öldürmekten suçlu bulunan Unterweger, kaldığı hücrede kendini asarak intihar etti. Bu enteresan hikâye şimdi “Şeytani Komedya” adlı tiyatro oyununa ilham kaynağı oldu. Üstelik 10 Mayıs’ta başlayacak olan Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında ülkemizde de gösterilecek oyunun başrolünde, yani seri katil Unterweger rolünde John Malkovich var. Böyle önemli bir oyunun çıkış noktasının bir seri katil olması, uzun yıllardır dünyayı etkisi altına alan “murderabilia industry”yi (cinayet endüstrisi) tekrar hatırlatacağa benziyor…

“Kaç cinayet işlesem manşet olurum?”

Cinayet endüstrisi, nam-ı diğer “murderabilia industry”, katillerin kendi ellerinden çıkma sanat eserlerinden katile, kurbana ya da suç mahalline ait her türlü nesneye kadar her şey üzerinden yürütülen bir endüstri. Bu kanlı endüstri 20 yıl içinde, özellikle ABD’de öyle büyüdü ki, bugün konuyla ilgili detaylı araştırmalar yapılıp, muhtelif istatistikler bile çıkarılıyor. Bu araştırmalara göre en çok talep gören nesneler, katil ya da kurbana ait olması fark etmeksizin, daha çok suç mahallinde bulunan eşyalar. Kulağa korkunç gelse de kurbanın üzerinde öldürüldüğü kanlı halı, koltuk, yine kurbanın üstündeki iç çamaşırı dâhil kana bulanmış her türlü giysi, kurbanın ya da katilin saç telleri, katillerle yapılmış röportaj görüntüleri, cinayet silahı veya uyuşturucu kutuları...

Hâl böyle olunca, onlarca insanı katleden ve çoğu akıl hastası olduğu kanıtlanan caniler birer pop ikonu muamelesi görüp, “sıradan” fanilere nasip olamayacak bir şöhrete sahip oluyorlar. Durum o kadar enteresan boyutlara ulaşmış ki, California’da 90’lı yıllarda seri hâlde cinayet işleyen bir katil, gazetelerde yer alamayınca, yerel bir gazeteye şöyle bir mektup göndermiş: “ Gazetenizde haberlerimin çıkması için tam olarak kaç cinayet işlemem gerekiyor acaba?” Endüstrinin ABD’de doğması ve büyümesi ise hiç şaşırtıcı değil. Zira dünyadaki seri katillerin yüzde 85’i ABD’li.

Seri katillerin neden diğer suçlulardan farklı olarak şöhrete kavuştuklarını, “Natural Born Celebrities” (Meşhur Doğanlar) kitabının yazarı David Schmid şöyle açıklıyor: “Fotoğraftan kirli çamaşıra kadar onlara ait birsürü şey biriktiriyoruz; mahkemelerini izliyor, kurbanlarının haberlerini okuyoruz; onlar adına çekilmiş filmleri izliyor, onlar için yazılmış şarkıları dinliyoruz. Bunları, aslında bu seri katillerin de diğer Amerikalılardan hiçbir farkı olmadığı fikrine direnmek için yapıyoruz. Ayrıca, insanoğlunun marjinal davranışlara karşı doğal bir merakı var. Gündelik hayatta göremeyeceğimiz şiddeti içlerinde barındıran seri katiller bu nedenle toplulukları büyülüyor.”

Katilin saç teli 995 dolar

Yapılan araştırmalar, hiç de ehven fiyatlarda seyretmeyen “murderabilia” ürünlerini satın alanların genelde 35 yaş altı, memur ve işçi sınıfından erkekler olduğunu gösteriyor ama nüfuzlu insanlar da endüstriyle alakadar. Özellikle avukatların ve hukuk bürosu çalışanlarının dekorasyon amaçlı bu ürünlerden satın alıyor olması şaşırtıcı.

Gelelim, bu dehşetengiz ürünlerin hangi mecralarda görücüye çıktığına…

“supernaught.com” adlı internet sitesinde seri katillerin kişisel eşyaları satılık. Mesela seri katil Jeffrey Dahmer’in evinin duvarından alınan bir tuğla 300 Amerikan Doları. Efsane katil Charles Manson’ın bir tutam saç teli ise tam 995 Amerikan Doları. “murderauction.com” ise konuya hizmet eden bir başka site. Sitede, katillere ait her çeşit eşya ve onlar adına yazılmış kitaplar, şiirler ve aklınıza gelebilecek her şey kategorilere ayrılmış şekilde hizmetinizde. Satış, açık artırma yoluyla gerçekleşiyor. “skcentral.com”, “Serial Killer Central”in internet sitesi. Bu sitede de diğerlerinde olduğu gibi seri cinayetlerle ve seri katillerle ilgili her şeyi bulmak mümkün. Sitenin içinde bulunan “SKTV” bölümünde de seri katillerle ilgili video görüntüleri var. spectre-studios.com’da heykeltıraş David Johnson, kendi yaptığı, Ted Bundy, Jeffrey Dahmer, Lizzie Borden ve daha pek çok seri katilin plastik maketini tanesi 100 Amerikan Doları’ndan satıyor.

Popüler kültürde “murderabilia”

Murderabilia yalnızca seri katillerin kişisel eşyalarıyla sınırlı kalmıyor. Seri katillere hayran olan, hayatlarına ve işledikleri cinayetlere ilgi duyan ya da içinde kan olan herhangi bir şeyin para getireceğini düşünen yapımcılar ve sanatçılar seri katillerden ilham alarak filmler çekiyor, kitaplar yazıyor; onlar adına methiyeler düzüp şarkı besteliyorlar.

İşte birkaç örnek…

Charles Manson

Cinayetlerinin sayısı tam olarak bilinmese de 35 kişiyi öldürdüğü tahmin edilen ABD’li seri katil. Hapisteyken medyanın yoğun ilgisine maruz kalan Manson’ın, "Büyük bir hayran kitleniz var. Hapisten çıkmanızı heyecanla bekliyorlar" diyen bir gazeteciye, "Burada yemekler harika ayrıca kitabım ve gelen mektuplarımla uğraşıyorum. Pek heyecanlanmasınlar; Amerika ilk kez iyi bir şey yapıyor bana " şeklinde cevap vermişliği var.

•Roman Polansky’nin sekiz aylık hamile eşi, ünlü aktrist Sharon Tate’i öldürmesi onu bir ikon haline getirdi

•Robert Hendrickson ve Laurence Merrick 1973’te "Manson" adlı belgeseli çekti.

•1989’da "Charles Manson Superstar" adında bir başka belgesel çekildi.

•Axl Rose, hâlâ konserlerinde Charles Manson baskılı tişörtler giyiyor.

•Marilyn Manson soyadını, hayranlık duyduğu Charles Manson’dan almış.

•Guns’n Roses, Spaghetti Incident albümündeki “Look At Your Game Girl” şarkısının sözlerini Charles Manson için yazmış

•www.charlesmanson.com adlı resmi internet sitesi var.

•Charles Manson’ın cinayetlerini konu alan “HelterSkelter” (Karmakarışık) adlı bir film çekilmiş.

•South Park’ın “Merry Christmas from Charlie Manson” adlı bir bölümü var.

•Tori Amos 'un “Tear In Your Hand” şarkısında adı geçiyor.

•Leonard Cohen “The Future” şarkısında ondan bahsetti.


Richard Ramirez (Night stalker/Gece avcısı)

Geceleri işlediği cinayetlerin ardından kurbanların başında oturup ayin yaptığı rivayet edilen seri katil. 16 kişiyi öldüren ve birçok kişiye tecavüz eden Ramirez, mahkemede, “Bunları yapmamı Angus Young istedi” demiştir.

•Macabre grubunun 1993 tarihli “Sinister Slaughter” albümünün açılış şarkısının adı “Night Stalker’. Sözleri şöyle: “He will sneak up to your bed (Yatağına girecek)/ Shoot your husband in the head (Kocanı başından vuracak)/He'll beat and rape you while your husband slowly dies (Kocan yavaş yavaş ölürken, seni dövüp sana tecavüz edecek)”…

•Çok sayıda Amerikalı kadın kendisine âşık olmuş, aşk mektupları yazıp hapishane kapılarında beklemiştir.

•1996’da, bir magazin dergisinde editör olan Doreen Lioy ile San Quentin Devlet Hapishanesi’nde evlendi.


John Wayne Gacy

Takma adı Killer Clown (katil palyaço) olan, 30’un üzerinde erkek çocuğunun ölümünden sorumlu eşcinsel katil. Öldürmeden önce tecavüz ettiği kurbanlarına ait eşya ve ceset parçaları evinden toplanmıştır. 1978’de idam edildi. Kendisini idama mahkûm eden jüri üyelerine son sözü de lakabına yakışır cinsten: “Disneyland’de görüşürüz.”

•Macabre grubunun “Gacy’s Lot” adlı bir şarkısı var.

•Sufjan Stevens'ın “John Wayne Gacy, jr.” isimli bir şarkısı yine kendisine ithafen yapılmış.


Ted Bundy

Yakışıklı seks katili olarak nam salan Bundy iki yıl içinde 20’den fazla kadını tecavüz edip, öldürdü. Bundy’nin karizması, yakışıklılığı ve mizah gücünden etkilenenler onun katil olduğuna inanmadı. Yakalandıktan kısa süre hapisten kaçıp eylemlerine devam etmesi onu tam bir kahraman yaptı. Tekrar yakalanmasının akabinde idama mahkûm edildi.

•Yakışıklılığıyla pek çok genç kadının hayranlığını kazandı, hapiste kaldığı sürede aşk mektupları ve evlilik tekliflerine mazhar oldu.

•Hayatını konu alan “Deliberate Stranger” adlı TV filmi var

•Ann Rule tarafından yazılan “The Stranger Beside Me” filmi yine onun hayatını konu alır.

•Macabre grubunun “Sinister Slaughter” albümündeki üçüncü şarkının adı: “The Ted Bundy Song”dur.


Edmund Kemper

Korkunç eylemlerine 14 yaşında anneannesini başından vurarak başlayan; bunu da “Anneannemi öldürmenin nasıl bir duygu olacağını merak ettim” şeklinde açıklayan; kurbanlarının başını kestikten sonra cansız bedenlerine tecavüz edip sonra da etlerini afiyetle yiyen seri katil.

•Macabre grubunun yine “Sinister Slaughter” albümünde yer alan bir şarkının adı “Edmund Kemper Had a Horrible Temper”dır.

•System of A Down grubu, “Fortress” adlı şarkıda Kemper’dan bahseder.


Karındeşen Jack

Namı, cinayet yönteminden gelen Karındeşen Jack’in yaklaşık 20 kurbanı olduğu bilinmesine rağmen gerçek kimliği hiçbir zaman kanıtlanamamıştır.

•Patricia Cornwell “Bir Katilin Anatomisi: Karındeşen Jack” kitabında Karındeşen Jack'i anlatır.

•National Geographic kanalı bu katille ilgili belgeseller yayınlamıştır.

•Başrolünü Johnny Depp’in oynadığı “From Hell” adlı film Karındeşen Jack’in cinayetlerini konu alır.


Charles Starkweather

50’lerin sonunda, kız arkadaşı Caril Fugate’le bir düzine insanı katletmiş ve idama mahkûm edilmiştir.

• “Badlands”, “Wild at Heart”, “Natural Born Killers” filmleri bu ikiliden ilham alınarak çekilmiştir.

•Bruce Springsteen “Nebraska” adlı şarkısında Starkweather’ın hikâyesini anlatır.

•Jack Sargent adlı bir polis daha sonra bu çifte ithafen “Born Bad” isimli bir kitap yazmıştır.


Albert Fish

İlk yamyam katil olarak bilinir. Diğer katillerden ayrı olarak sadece kız çocuklarını öldürüyor sonra da onların etini yiyordu.

•Macabre grubu “Albert Fish” adlı şarkıyı bizzat kendisi için yazdı.

•Ünlü yazar Stephen King “Black House” adlı kitabında onu anlattı.

•2007 yılında “Albert Fish: In Sin He Found Salvation” adlı belgeselde hayatı anlatıldı.

•Daha sonra filme de uyarlanan Thomas Harris'in “The Silence of the Lambs” adlı kitabının ilham kaynağıdır.

Yazımızı California yöresinden, 1893 yılında anne ve babasını katleden seri katil Lizzie Borden adına yazılmış, kafiyeli ve pek “şirin” bir maniyle noktalıyoruz:

“Lizzie Borden took an axe (Lizzie Borden bir balta aldı)/And gave her mother forty whacks (Ve annesine kırk darbe indirdi )/And when she saw what she had done (Ve ne yaptığını görünce)/She gave her father forty-one (Babasına da kırk bir tane indirdi)”…

16 Nisan 2010 Cuma

"Gramofoncu Ali"den Gramofon Kafe


Fotoğraf: Leyla Yaman

Samanpazarı antikacıları, gümüşçüleri ve hediyelik eşya satan diğer dükkânlarıyla Ankara’nın nev-i şahsına münhasır yerlerinden biri. Bu ilginç semtin Koyunpazarı Yokuşu’ndan çıkarken sağ tarafınızda küçük, şirin bir “dükkân” dikkatinizi çekecek. İçeri bakarsanız, ortada yanan kömür sobasını, üzerindeki bakır çaydanlığı, duvardaki taş plakları ve muhtelif yerlere adeta serpiştirilmiş gibi duran gramofonları göreceksiniz. Mekânın adı Gramofon Cafe, sahibi Ali Okan, nam-ı diğer Gramofoncu Ali. Kafeden içeri girer girmez önce Neşe Karaböcek sandığımız, sonradan Gülden Karaböcek’in olduğunu öğrendiğimiz ses tatlı cızırtılar eşliğinde karşıladı bizi: “Efkaarım birikti, sığmaz içiime. Bin sitem etsem dee azdır kadeere. Gülmeyi unutaan yaşlıı gözleere mutluluktan haber ver dilektaaşı!”
Taş plaktan gelen sahici sesin de etkisiyle yaşanan duygulu anların akabinde tam gözyaşlarımızı siliyorduk ki, mahallenin delikanlısı kıvamında, çizgili gömleğini siyah kumaş pantolonunun içine sokmuş, tabiri caizse jilet gibi giyinmiş, simsiyah saçlarının ortası hafif açılmış bir adam yaklaştı yanımıza: “Hoş geldiniz, sizi bekliyorduk.” Meğer kendisi mekânın sahibi Gramofoncu Ali’ymiş. Neyse, daha sonra “Elvis’in Köşesi” olduğunu öğreneceğimiz masalardan birine oturup, sohbete koyulduk. Gramofoncu Ali taş plak koleksiyonerinden antika tamircisine, gramofon ustasından Orhan Baba hayranına kadar, içindeki kalabalık insan kadrosunun tümünü konuya dahil ettiğinden olsa gerek, sohbet boyunca kendisinden “biz” diye bahsetti.
İşte, Gramofoncu Ali’nin hikâyesi ve bitmez, tükenmez Orhan Baba aşkı…

“Gramofonu söktüm, hikâyem başladı”

Gramofoncu Ali doğma büyüme Ankaralı. Gramofon merakına bulaşmadan evvel mobilya tamircisinde çıraklık yapmış. Körfez krizi baş gösterince işleri bozulmuş, bir antikacının yanında antika mobilya restorasyonu yapan abisinin yanına girmiş çalışmaya. Sonrasını anlatıyor: “’94’te askere gittim. Askerden sonra abimle aynı yerde çalışmıyoruz, başka yerde çalışmaya başladım ben. O arada bizim ustaya bir gramofon geldi. O zaman gramofon olduğunu bilmiyorum tabii. Mobilyasının bakımı yapılacaktı. Usta heyecanlandı, ben hiç oralı değilim. Bilmiyorum ki ne olduğunu. Sonra bizim ustanın eşyalarının üstünde bir plak. Taş plakmış. Müzeyyen Senar’ın ‘Ninni’ plağı. Hiç unutmam. Usta bir hevesle kurdu gramofonu. Müzeyyen Senar’ın sesi hiç kulağımdan gitmez. Orada ses çok etkiledi beni, anormal derecede etkiledi. Sonradan ben onu tespit ettim, niye bu kadar etkilediğini. Gramofon sesi insan kulağına en yakın sesmiş. Dinleyip de etkilenmeyen insan tanımıyorum. Titreşimle birbirimizi duyabiliyoruz ya, o titreşimdeki o doğal ses direkt insan sesini hissediyorsun, sanki karşında söylüyor. Bizim usta da hüzünlendi tabii. Gözyaşları sel oldu hatta.”
Taş plakla ve gramofonla tesadüfi tanışmalarını böyle anlatıyor Gramofoncu Ali. Aradan yıllar geçmiş. Samanpazarı’nda antika mobilya restorasyonu yaptığı bir dükkân açan Gramofoncu Ali’ye tamir için iki tane gramofon gelmiş. “Gramofonu söktüm, hikâyem başladı” diyor, “içini bir açtım, bu ses nereden çıkıyor, nasıl çıkıyor, içinde garip insanlar mı var, düşüncesiyle gramofonu söktüm. Söküş o söküş. Gramofon ustası olmam orada başladı. ‘98’de.”
Gramofoncu Ali, meraklısı da çok olduğundan olsa gerek, kısa sürede gramofon ustası olarak nam salmış. Önce gramofon ve taş plakları alıp satmaya başlamış, sonra toplantılarda, meyhanelerde gramofon çalmaya. Bir süre sonra üniversitelerden bile teklif almış. Anlatıyor: “Cumhuriyet gazetesinde röportajlar falan yayımlandı. Ankara Üniversitesi’nden hocalar görmüşler. ‘Bizim üniversitede dinleti yapar mısın, öğrencilere tekniği öğretir misin?’ dediler. İnsanlarla haşır neşir olduk.”
Sonra bakmış, ilgi çok, “Ya” demiş, “ben bir gramofon kafe açayım; hem eşyalarımı sergilerim hem de taş plaklar çalarım.”
Nihayetinde 2010’un ilk günlerinde Gramofon Cafe açılmış. Gramofoncu Ali burayı kafenin yanı sıra, birçok sanatçıyla ilgili fotoğraf, CD ve plak bulunabilecek bir kültür merkezi olarak görüyor: “Bizim masalarımızın isimleri dahi öyledir. İşte ne bileyim, Gencebay köşesi, Sezen Aksu köşesi, Münir Nurettin Selçuk köşesi, Erkin Koray, Zeki Müren…”
“Bizim oturduğumuz köşe ne köşesi?” diyoruz. Elvis köşesi diyor. Arkaya bakınca da aynanın üzerine bir fotoğrafı yapıştırılmış Elvis Presley’le göz göze geliyoruz. Ardından gözümüz tavandan sarkan renkli Jackson 5 plaklarına takılıyor. Kafeyi dolduran Recep Kaymak, Ferdi Tayfur, Zeki Müren plaklarının yanında biraz “enteresan” duran plakları çok net açıklıyor Gramofoncu Ali: “E talep var, seviyor insanlar…” Akabinde ekliyor: “Biz bu işi para için değil, gönül dostları için yapıyoruz.”
Bu “gönül dostları” lafı kulağa pek tanıdık geliyor. Biri Orhan Gencebay mı dedi yoksa?

“Hayranlıktan çıktı, baba oğul gibi olduk”

Gramofoncu Ali’nin Orhan Gencebay hayranlığını da bilmeyen yokmuş. Yozgat’a çalışmaya giden abisi dönerken Gencebay’ın 1985’te çıkardığı “Biraz Anlasaydın” kasetini getirmiş. O zaman “plak mlak”tan bihaber olan Gramofoncu, kasedi dinleyince “Ne kadar güzel bir şarkı, ne kadar güzel bir enstrüman” hisleriyle Gencebay’a hayran olmuş. Gramofoncu Ali’nin dillere destan Gencebay tutkusunu fark etmek için kafeye girmek bile kâfi, zira mekânın bir duvarı tamamen Gencebay’ın fotoğrafları ve film afişlerine ayrılmış. Gencebay’ı “Benim hayranlığım hayranlıktan çıktı artık biz baba evlat gibi olduk” diyen Gramofoncu Ali’den dinlemek bir başka oluyor: “Kalite hissediyorsun yani. Arabesk diyorlar öyle değil. Anlatmaya çalışıyorum da bazısı anlıyor, bazısı anlamıyor. Orhan Gencebay aslında şöyle bir insan, halk âşığı. Gerçekten âşıktır yani. Bir Mahsuni Şerif nasılsa, Orhan Gencebay da benim için aynıdır. Şarkılarının yüzde 70’i, yüzde 80’i protest müziktir. Döneminde memleketteki her sıkıntıya bir şarkı söylemiştir. Mesela bir örnek vereyim ben size. ‘93 yılında Sivas katliamı yaşandı. O katliamın sonunda Orhan Gencebay bir birlik çağrısı vermiştir insanlara: ‘Gelin birlik olalım, yarın çok geç olmadan; gelin dirlik kuralım, vazgeçin öç almadan. Yedi düvel elinden kim kurtardı bu yurdu? Mehmetçik değil miydi Lazı, Çerkezi, Kürdü? Asırlardır dinmedi bir bölücü ninnisi. Aynı dinden değil mi Alevisi, Sünnisi?’ diye bir şey söylemiştir. Bunu arabesk olarak mı dinlemek lazım yani? Protest diyelim. ‘Batsın bu dünya’ diyerek çıkmıştır babam. ‘Batsın bu dünya’ nasıl arabesk olur? Toz kondurmam babama. Beğenmiyorlar da buraya gelip, saklı gizli dinliyorlar ama.”

“Yılların birikimi var; kısa görüşme beni kesmezdi”

Gencebay köşesindeki fotoğraflardan birinde Gramofoncu Ali’yle Orhan Gencebay’ın yan yana fotoğraflarını görünce nasıl tanıştıklarını sorduk. Anlattı. Gramofoncu Ali’nin Gencebay hayranlığı yıllarca sessiz sedasız devam etmiş. Bu arada birçok arkadaşı “Orhan Baba’yı çok seviyorsun. Seni onunla görüştürelim” demiş ama Gramofoncu Ali bu tekliflere itibar etmemiş, “Ben hiçbir zaman Orhan Gencebay’la beş, on dakika kuliste görüşmeyi istemedim. Çünkü yılların birikimi var, kısa görüşme beni kesmezdi yani” diyor. “Bir gün Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık, Gramofon Cafe’ye gelip, Gencebay fotoğraflarını görmüş. Sonrasını Gramofoncu Ali anlatıyor: “Hasan Abi bir gün benim mekânıma uğradı, Orhan Gencebay fotoğraflarını görünce, ‘Ya’ dedi ‘burası nasıl bir yer? Orhan Gencebay dükkânına benziyor.’ Çok severim dedim. ‘Çok mu seversin?’ dedi, ‘bir Orhan Abi’yi arayayım.’” Gramofoncu Ali çok heyecanlanmış tabii. Söz konusu yıllarca hayalini kurduğu insan… Devam ediyor: “Aradı Orhan Baba’yı cepten: ‘Orhan Abi merhaba.’ ‘Merhaba Hasan’ım, nasılsın?’ ‘Abi’ dedi, ‘bir mekâna girdik, her yerde senin resimlerin falan. Adam hayranlıktan çıkmış’ dedi, ‘tapıyor’ dedi yaa!” (Gramofoncu Ali’nin gözleri bunu anlatırken öyle parlıyor ki, içlerinden ışık çıkaracak sanıyoruz) “Ali’yle telefonda konuşur musun?” dedi. Telefonu bana verdi. Benim tutuldu ellerim. Nutkum tutuldu. Aşk gibi. Konuşamadım. Neyse nihayetinde heyecanı biraz bastırdık, Orhan Baba’yla konuştuk. Hasan Abi dedi ki, ‘Orhan Abi’yle seni görüştüreceğiz’. Allah’ım bir heyecan!”
Nihayet 30 Nisan’da vuslata ermiş Gramofoncu Ali, İstanbul’a gelip Orhan Gencebay’la tanışmış. Gözleri parlayarak anlatıyor: “Sarıldık, aşkımızı ilan ettik. Baba dedim, benim kâbem burası. Sonra vedalaştık.”
Gramofoncu Ali yıllardır bitip tükenmeyen Gencebay aşkını bir de sergiyle tescilleme niyetinde. Gencebay da bu fikri duyunca, “Çok iyi olur evlat. Her zaman yardımcı olurum” demiş. Sergide film afişlerinden lobi kartlarına, kasetlerden CD’lere her şey olacakmış. Ama en önemli detay hiç kuşkusuz yalnızca Gramofoncu Ali’de bulunan gün görmedik, el değmedik Gencebay plakları. Plakları “dinlemeye kıyamayan” Gramofoncu Ali bunlardan birini kafenin raflarından birinde saklıyormuş. Uzaktan gösterdi: “Bak, 32 yıldır hiç açılmamış plağı var bende, açmaya kıyamıyorum.” (O sırada yardımcısı plağı göstermek için bize getirince Ali Bey telaşla atladı, “Çıkarma, çıkarmaa! El izi olmasın abicim!” Biz de kırıp çizeriz diye korkup bırakıverdik zaten plağı.)

Sohbet biterken Gramofoncu Ali soruyor: “İstanbul’a gideceksiniz di mi siz şimdi? Ben size bir şey çalayım da rahat gidin bari.” Sonra gramofon tekrar cızırdamaya başlıyor: “Yok başka yeriin lütfu ne yaazdan, ne de kıııştan. Bir tatlı huuzur almaya geldik Kalamıış’taaaan, ahh Kalamıııış’taan….”

Not: Yazı Aktüel dergisinde aynen bu şekilde yayınlandı. Sonra Ali Bey aradı beni ve şöyle dedi: "Duygu Hanım, çok teşekkür ederim yazınız için şiir gibi olmuş. Yani üstüne beste yapsan dinlenir ama küçük bir hata yapmışsınız." "Nedir?" dedim. Cevap verdi: "Adım Ali Okan değil, Ali Olcay!!!"... Bilemedim ne desem?