31 Ekim 2009 Cumartesi

İstanbul'un ilk lezzet sınavı






İstanbul son yıllarda, çoğu sokakta yer bulan pek çok renkli ve eğlenceli organizasyona ev sahipliği yaparak gerçek bir festival kentine dönüşmeye başladı. Takip edenler bilecektir; önce Galatamoda geldi, ardından streetlab ve İstanbul fashion days… Bu sayede tasarımcılar, markalar ve tüketici alternatif mekanlarda birbirlerine kavuşma imkanına erişti. Şimdi İstanbul nefis bir festivalin ev sahibi daha olmaya hazırlanıyor. Organizasyonun adı, “Kayra Restoran Haftası”, tarihi 2- 16 Kasım.
Başlangıcı yedi sene önce New York’a dayanan festival bugün ABD’nin hemen tüm eyaletleri ve Stokholm gibi dünya metropollerinde düzenleniyor. Türkiye’de, yeme- içme alanında yeni bir sosyal paylaşım sitesi olan Dudetable’ın vücuda getirdiği “hafta”nın amacı, yeme içme meraklılarını nezih mekanlarda buluşturup, rafine lezzetleri avantajlı fiyatlarla sunmak. Ancak söz konusu mekan İstanbul’un en kalburüstü semtlerinden Nişantaşı olunca, fiyat beklentisini de makul tutmakta fayda var. Katılımcı mekanların kendilerinin belirleyeceği menüler, “üç lezzet + 1 kadeh şarap 20 TL” ve “üç lezzet + 2 kadeh şarap 40 TL”ya tadılabilecek. Lezzetlere organizasyonun da ana sponsoru olan Kayra şarapları eşlik edecek.

Peki neler bulacaksınız bu festivalde?
2 Kasım’dan itibaren Nişantaşı sokaklarında eksantrik desenleriyle mekan önlerine konuşlanan şarap fıçıları gözünüze çarpacak. Fıçılar organizasyonun alamet-i farikası; önünde şarap fıçısı olan kafe ve rastoranlar katılımcı mekan demek. İçeri girip, yukarıda sözünü ettiğimiz menüleri tadabilir ve organizasyonu renklendirecek etkinliklere dahil olabilirsiniz.Projeyi yavan bir mekan organizasyonu olmaktan kurtarıp, birhayli eğlenceli hale sokan yeme- içme ve sanat etkinlikleri de şöyle:

Fıçı enstalasyonları: “Şarap ve Hayat”


Türkiye’nin önde gelen dergi ve sanatçıları tarafından tasarlanan, "Şarap ve Hayat" konseptli fıçılar Nişantaşı sokaklarını iki hafta boyunca eğlenceli bir şarap mahzenine dönüştürecek. Restoran Haftası Fıçısı ise ünlü tasarımcı Tuvana Büyükçınar Demir’in ellerinden çıkma.

Tasarımcı sofraları: Atıl Kutoğlu’ndan sofra tasarımı


Hem yemeği hem sanatı biraraya getiren bir etkinlik daha! Tasarımcı Sofraları yine Türkiye’nin önde gelen dergileri ve sanatçıları tarafından tasarlanacak. Tüm aksesuvarlarla birlikte masaların düzeni ve konsepti tamamen tasarımcılara münhasır olacak. Bu yönüyle etkinlik bir nevi canlı performans özelliğinde. Tasarım sofrası saatlerinde, katılımcı mekana gidenler de birbirinden eksantrik sofra tasarımlarını ve onların yaratıcılarını görme şansına erişecek. İlgilenenlere; beynelmilel şöhrete sahip modacımız Atıl Kutoğlu ve Sevim Gözay da tasarımcılar arasında.
Kalın
Yarışmalar


Festivaldeki sanatsal etkinlikler şahane. Gelelim sadede... Proje "yeme- içme kültürünü canlandıralım" temeline dayandığından, bu görevi hakkıyla ifa eden mekan ve çalışanlara da hakkını iade etmeli. Tüm etkinliklerin akabinde, projeye katılan mekanlar arasında “Şarap ile Yapılan En İyi Yemek” ve “En İyi Servis Elemanı” konularında en iyi olanlar ödüllendirilecek.

Beş adımda şarap atölyesi

Şarap tadımı tüm dünyada, bilhassa son yıllarda yükselişe geçmek üzere, pek rağbet gören bir hobi. Restoran haftasının düzenleyeceği eğlenceli ve eğitici bu çalışmayla, şarabın görünümünü inceleyerek, şarabı tadarak hatta koklayarak şarabın özgeçmişiyle ilgili birkaç söz söyleyebilecek kıvama geleceksiniz. Ayrıca “Yemek ve Şarap Uyumu Atölyesi”yle, yemeklerin yanına hangi şarapların uyumlu olduğu konusunda da fikir sahibi olacaksınız.

VIP lounge

Nişantaşı, tüm sokaklarında aralıksız konuşlanmış butik ve fashion markalarıyla alışverişin başkenti. Proje bu detayı da gözetmiş olsa gerek, hatfa boyunca Nişantaşı’ndaki önemli mağaza ve Department Store’larda biryandan alışveriş yaparken, bir yandan şarap veya şampanya içilebilecek.

Yemek sohbetleri

Etkinlik boyunca, cafe ve restoranların hazırlayacağı tematik yemeklerde gurmeler, şarap uzmanları, katılımcı dergilerin yazarları ve sanatçılar buluşacak. Muhebbete katılanlar, öyle her istendiğinde biraraya gelemeyecek insanlar olduğu için, eşi zor bulunacak eğlenceli muhabbetlerin yanında enfes yemekler yenecek.
Festivalin ikinci ayağı Şubat sonunda Caddebostan’da, sonraki ise bahar aylarında Bebek’te düzenlenecek. Organizasyonla ilgilenenler "hangi etkinlik nerde, hangi gün, saat kaçta" gibi ayrıntılı bilgiyi, www.kayrarestoranhaftasi.com u tıklayıp, öğrenebilirler.

Restoran Haftası’nda kaçırılmaması gerekenler:


Nişantaşı cadde ve sokaklarında yer alan Fıçı Enstalasyon Sokak Sergisi
Midpoint’in rumsteak olan menüsü
Sushico’nun çıtır ördeği
Zazie’nin pizzaları
Kırıntı’nın nefis lezzetleri eşliğinde Terra İtalia Barbara D'asti
Aşşk Cafe’nin Come dore şampanyalı mönüsü
Den Cafe’nin mini hamburger ve çıtır mantısı
Park Hyatt’ın İrlandalı şefinin hazırladığı degüstasyon tabağı
Tuz’un ünlü tostu
Cafe de Paris’in ünlü sosu ile bonfilesi
Park Şamdan’ın kuru üzümlü somonu ve akşamüstü içkileri
Salomanje’nin ünlü mücverli degüstasyon tabağı
House Cafe’nin asma yaprağında hellimi
Casita’nın şahane mantısı
Hünkar’ın geleneksel lezzetleri sunan mönüsü
Koridor’un özel indirimli Happy Hour’ları
Kayra Şarapları’nın galerilerde, Nişantaşı’nın önemli mağazalarında ve City’s alışveriş merkezinde şarap tadımları
Citys’deki ünlü şeflerin yarıştığı bagelli lezzetler
Biber Bar’ın şaraplı kokteylleri
Dirim Art ve CAM’de düzenlenecek sergi kokteylleri

Katılımcı mekanlar:

Beymen, Midpoint, Kırıntı, Zanzibar, Casita, Zazie, House Cafe, Park Hyatt Oteli, Park Şamdan, Covva, Cafe de Paris, Cafe Zone, Cafe Tuz, Salomanje, Mania Gurme Aşşk Cafe, Pasta Presto Köşebaşı, Hünkar, Theraphy

29 Ekim 2009 Perşembe

Selami, Çorabın Kaçmış Şekerim!






Fransa'da erkeklerin, toplumdan dışlanmadan etek giyebilmesi için mücadele veren "HeJ" adlı dernek, omzunda rugan çantaları, altlarında skinny jeanleriyle arzı endam eden, gözüne "guyliner" süren, topuklu ayakkabı giyen, göğüs ve bacak frikiği veren, en sonunda rengârenk külotlu çoraplarıyla sütun bacaklarını süsleyen beyler...
Yoksa, erkek modasının en sofistike ve vazgeçilmez unsuru olan paçalı donlar biçim mi değiştiriyor? "Siyah giyen adamlar"ın yeri göğü inleterek yürüdüğü günler tarih, yağız delikanlıların semt pazarlarında sutyen takıp "ikizlere takke" diye bağırdığı o günler gerçeğin ta kendisi mi oluyor?
Son birkaç aydır, moda sayfalarının ve magazin eklerinin itinayla üzerine gittiği, pek eğlenceli bir konu bu: Avrupa ve Amerika'da süratle yayılan, feminen erkek modası... Beyefendilerin giyim tercihinde hantal sırt çantalarından omuz çantalarına, kaba trekking ayakkabılarından dolgu ve yumurta topuklu rugan ayakkabılara, spor çoraptan birbirinden renkli hatta birbirinden delikli külotlu çoraplara ve pantolondan pilili eteğe doğru uzanan marjinal bir değişim söz konusu. Erkekler yakın zamana kadar kadın vücudunda seyrederek fetiş duygularını besledikleri nesnelere yoğun talep göstererek, moda klişelerine başkaldırıyor, belki de bir "renklenme" mücadelesi veriyorlar. Öyle ki, Amerika'da erkeklere özel külotlu çorap satan mağazalar son birkaç ayda tavan yapan yoğun talebi karşılamakta güçlük çeker, Fendi başta olmak üzere, ünlü tasarım markaları, erkek ayakkabılarında ne tür topuklar kullanacaklarına kafa patlatır hale gelmişler. Biz de sokaktaki vatandaşa sorduk: Bu akım ülkemize uğrasa siz de etek giyer misiniz? Ya külotlu çorap? Peki oğlunuz giyse ne dersiniz?
Yanıtlar birbirinden orijinaldi...

Nihat Yıldıran, fotoğrafçı: "Şiddete karşıyım, ama oğlum etek giyse öldürürüm!"

Öyle şey olur mu ya, gelmesin etek modası falan. Tuhaf bir şey olur yani. Bu Avrupa şaşırmış, ne diyeyim. Erkeklerin etek giydiğini düşünemiyorum. Türkiye'de de giyen olur kesin. Artık giyen tipleri siz düşünün! Ben giyemem etekti, külotlu çoraptı... Öyle şeyleri giyen bir erkeğe de nasıl bakarım, bilemiyorum. Yani yumuşak, şaşırmış insanlar giyer onları. Benim oğlum var. Etek giyip karşıma çıksa, şiddete karşıyım, ama öldürürüm herhalde.

Barış Kurt, sigortacı: "Kıllarımı mı alacağım etek giymek için?"
Ben asla giymeyi düşünmem öyle etek, çorap falan. Türkiye'ye de hiç gelmesin öyle bir şey zaten. Külotlu çorap kadın kıyafeti yaa... Etek erkeğe yakışır mı? Erkek erkektir. Ne gözle bakılır etek giyen erkeğe? Kıl var bizde bir kere. Allah bana kıl vermiş. Kıllarımı mı alacağım etek giymek için? Türkiye'de erkekler muhafazakâr oldukları için pek giyilmez bence, ama tabii giyene de saygı duyarım.

Ferit Aydın, esnaf: "Etekli erkek görsem yolumu değiştiririm"

Kesinlikle, kesinlikle ben bu tür şeylere karşıyım. Böyle bir şey olamaz. Erkek adam erkektir. Küpe takamaz, etek giyemez, yolda kırıtamaz. Bizim kitabımızda yok öyle şey. Bu ülkeye gelsin öyle şeyler, inan ki ülkeyi terk etmek zorunda kalırım bacım. Erkekle kadın arasındaki fark nerede kaldı, söyle bana? Erkek, erkek gibi giyinecek ki, kadın yanında erkek olduğunu hissetsin. Benim oğlum mesela, peşin konuşmayayım ama tam bir Türk erkeği, asla giymez öyle şeyler. Yürüdüğün zaman altındaki yer sarsılacak ki herkes erkek olduğunu anlasın. Çıtkırıldım olmayacak erkek dediğin. Şuradan etekli bir adam geçse, şiddet uygulamam ama yolumu değiştiririm. Şiddet toplumunda değiliz neticede. Herkes özgür.

Nedim Gülbay, üniversite mezunu, simitçi: "Kansere çare bulsun, isterse topuklu ayakkabı giysin!"
Bizim kültürümüzde o tür kıyafetler yok ama globalleşen dünyada, Doğu-Batı sentezi diye bir gerçek var. Kültür etkileşimi içinde olduğumuz için Batı'da yayılan bir şey buraya da gelecektir tabii. Teknolojinin gelişmesi ihtiyaçları, üretim şeklini etkiliyor. Erkeklerin etek giymesi de bu sürecin sonucu. Eskiden kurbağa bacağı da yemezdik, ama artık yiyoruz. Ne diyorlardı ona? Hah! Metroseksüel adamlar var, saçı uzun, muzun. Onları normal karşılamaya başladık, ama etek şu anda çok radikal. Yeni olduğu için yadırganacaktır, alay edilecektir, şiddetle karşılanacaktır. Ben asla giymem ama giyenle aynı masaya oturup rakımı içerim. Yiğidin aynası işidir, giydiği değil. Ben adamın insanlığına, üretimine bakarım. Kansere çare bulsun, topluma faydalı olsun, isterse topuklu ayakkabı giysin.

Nursen Yeşilova, tasarımcı: "Oğlum üniversitede okuyor. Yakışır mı etek giymek?"

Ben hoş karşılamam öyle şeyleri. Kadın kadın gibi giyinmeli, erkek de erkek gibi. Zaten bizim Türkiye'mizde öyle şeyler giyileceğini hiç zannetmiyorum. Güzel değil. Yani külotlu çorap satışları patlasın diye mi çıkmış öyle haberler acaba, inanasım gelmiyor. Vallahi oğlum var benim, etek giyse hemen konuşurum, "Doğru değil bu yaptığın" derim. Üniversitede okuyor, yakışır mı ona?

Ayşe Değer, ev hanımı: "Erkekler etekgiyerse kesin kıyamet kopar"

Ben Türk toplumunun bir bireyi olarak bu gibi şeylere kesinlikle karşıyım. Bayanlara mahsus şeyler etek, külotlu çorap. Gençlerimize çok kötü örnek olur. Benim de oğlum var ama giymez. Tam bir Türk erkeği modeli, çağımızın genci o. Etek giyen bir erkek görürsem de çok üzülürüm. "Gençlik nereye gidiyor?" diye düşünürüm. Demek ki artık insanlar her şeye doymuş, değişiklik arıyorlar. Dünyanın sonu geldi vallahi. 17 Ağustos depremi de Allah'ın uyarısı bence. Bu uyarılara uyulmuyor, bu sefer kıyamet kesin kopacak.

Sevinç Ateşoğlu, satış sorumlusu: "Öyle şeyleri sadece gay'ler giyer"

Bizim Türk erkekleri biliyorsunuz maçoya daha yönelik. Tabii ki metroseksüellerimiz de var ama o eteği, çorabı da ancak Beyoğlu'nda giyerler. Toplumumuzda bunu gay'ler giyer, biraz daha değişik olmayı başarırlar. Normal bir erkek standardına bakarsanız etek giyen erkeği hangi kadın ister? Mesela benim erkek arkadaşım asla giyemez öyle şeyler. Benim yanımda gezen erkek, erkek gibi olmalı. Ben bile etek giymezken, o hiç giyemez.

Demet Yılmaz, öğretmen: "Kocam etek giyse, evde çıngar çıkarırım"

Bence, erkek tarzı korunmalı; feminen, maskülen ayrımı yapılmalı. Külotlu çorap, kadın kıyafeti. Erkeklerin giymesi abes olur. Hele etek! Asla giyilmemeli. Yani daha rahat aslında ama erkekle kadın ayrımı giyimde de kendini göstermeli. Biz onların pantolonunu giyiyoruz ama onlara etek yakışmaz ya! Düşünemiyorum kocamın etek giydiğini falan. Asla izin vermem, evde çıngar çıkarırım.

Selvihan Öztürk, resim öğretmeni: "Türkiye'de etek giyen erkek, adım başı dayak yer"

Yani Türkiye'ye öyle bir moda gelse, sürekli kavga çıkar. Etek, külotlu çorap türü şeyler giyen erkekler her adım başı dayak yer. İnsan bir şeyi giymeyi tercih ediyorsa ve kendine yakıştırıyorsa kimsenin söz söylemeye hakkı olmaz bence. Ama kendi eşimin ya da ailemden bir erkeğin giymesini kesinlikle tercih etmem. Giyene de "yumuşak" gözüyle bakarım. Nişanlıyım ben. Nişanlım öyle şeyler giyse biter bu iş. Ya biz Türk halkı olarak İskoçların geleneksel kıyafetlerine bile tepkiyle yaklaşıyoruz, burada giyilse neler olur, bir düşünün.

Ni
hat Doğan, şarkıcı: "Etekli erkeğe, pantolonlu çirkeften daha çok saygı duyarım"

Demokratik bir ülkede yaşıyoruz. Ben yapmasınlar desem de oje sürmek, takıp takıştırmak isteyenler illâ ki olacaktır. Her koyun kendi bacağından asılır. Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek lazım. Etek giyme gibi bir düşüncem olamaz tabii, ama giyeni de kınayamam. Yani ben kınasam ne olacak zaten. Bakın etrafa; her gün toplumda görmek istemediğimiz bir sürü çirkin fotoğrafla karşılaşıyoruz. Onların yanında erkeklerin etek giymesi hiçbir şey değil. Türkiye'ye gelirse o akım, adam giymek isterse giyer, kime ne zararı var? Bu ülkede, pantolonlar, takım elbiseler içinde "Erkeğim" diye dolaşan öyle çirkefler var ki, onlar öyle vahşetler yaratıyorlar ki, etekli erkeğe daha çok saygı duyarım ben onlardan. Mevlâna ne demiş: "Ne insanlar gördüm, üstünde ceket yoktu; ne ceketler gördüm, içinde insan yoktu." Onun için bırakalım bu Allahtan çok Allahçı olmayı. Kimseyi giyiminden ötürü yargılamak kimsenin haddi değil. Herkes işine baksın.

Mazhar Alanson, şarkıcı: "Ben artık takım elbise giyiyorum"

Türkiye'de erkekler daha etek, külotlu çorap falan giymeye başlamadı bildiğim kadarıyla. O trend Türkiye'de yayılsa bile ben uzaktan izlerim sadece; giyiliyor mu, kimler giyiyor diye. Eskiden sahnede marjinal kostümler giyerdim ama etek ya da külotlu çorap giymeyi, makyaj yapmayı tercih etmedim hiç. Şimdi hiç uçuk bir adam değilim zaten; takım elbise giyiyorum hep. Onun için asla denemem öyle şeyler.

Ailece severek izliyoruz canım!




İlla ki yalılarda geçen ihtişamlı yaşamları gözümüze sokan; bir hokus pokusla dünyayı tersyüz eden; bellerindeki silahların da ağırlığıyla, yere bastıkça göğü inleten kabadayıları kahramanlaştıran televizyon dizilerinin toplum üzerindeki etkileri hep tartışma konusu olmuştur. Biz de konuyu alışılageldiği üzere bilim adamlarına yorumlatmak yerine, sokaktaki vatandaşa sorarak bir durum değerlendirmesi yapalım dedik. Sonuç: Televizyonu ailece izleyen, dizilere itinayla özenen bir milletiz biz. Ah bir Polat olsak da onun bunun "ayağına sıksak"! Şahika gibi birer moda ikonu olabilsek ne mutlu bize!

Yalnız ve güzel ülkemizin entelektüel halkı hep belgesel izliyor da, reyting ölçümlerinde neden TV dizileri başı çekiyor o zaman? Ya da dizi karakterlerince yaratılmış, "karikatürize saçmalıkta" söz öbekleri nasıl çoluk- çocuk herkesin diline pelesenk oluveriyor bir anda? Küçücük çocuklar "Ben Polat'ım, yanlış yapanı yakarım" demeyi kimlerden öğreniyor ya da? Yeryüzünde, biz uyurken evlerimizi istila edip Yaprak Dökümü izleyen gizemli yaratıklar mı var yoksa? Ya da biz, o küçümsediğimiz televizyon dizilerini sektirmeden takip ediyoruz da karizmayı korumak için "National Geographic'ten başka kanalı almıyor benim bünye" mi diyoruz? Durum tespiti yapmak için, her yaş grubundan ve farklı sosyal statülerden insanı bulabileceğimiz Eminönü'ndeyiz. Öncelikle şunu söylemekte fayda var; istisnasız, konuştuğumuz herkesin televizyon dizileriyle ilgili söyleyecek bir şeyleri var. Çünkü herkes, damarlarına haftada en az bir doz dizi enjekte etmeyi kendine, hatta ailesine bir borç bellemiş. İnsanlar en çok dizilerde sunulan şaşaalı hayatlardan ve "çarpık ilişki"lerden şikâyetçi. Kimi, "Çocuğum dizilerden özenip, bir şey istiyor. Alamayınca kendimi eksik hissediyorum" diyor; kimi, beş yaşındaki kızı "aşk, meşk"i diline dolayınca ona dizi izlemeyi yasaklıyor. Kimisi de evdeki gül gibi televizyonu atıp, "Şehrazat"ın evinde gördüğü Plazma TV'den aldırıyor kocasına. En çok izlenen dizi ise Kurtlar Vadisi. Özellikle erkekler, "kan ve şiddet sahneleri çok hoşuma gidiyor" derken birdenbire Polatlaşıyorlar, "gözleriyle uluyorlar" sanki. 18 yaşındaki oğlu, elinde silah, kardeşiyle Polatçılık oynuyor diye mutlu olan bile var!

Beyhan Palteki, ev hanımı: "Beş yaşındaki kızıma 'Kavak Yelleri'ni yasakladım"

"Avrupa Yakası"nı, "Yol Arkadaşım"ı, "Aşk-ı Memnu"yu izliyorum. Ben bu dizilerdeki çarpık ilişkilere çok takılıyorum. Bunlar Türk aile yapısına uymayan şeyler. Bütün dizileri bu çarpık ilişki noktasına mutlaka getiriyorlar. En muhafazakâr kesim bile artık bu tarz ilişkileri doğal karşılamaya başladı. Mağdur olan eş istenmeyen kişi oluveriyor bir anda ve yeni başlayan ilişkiyi daha çok sahipleniyor insanlar. Beş yaşında bir kızım var. Bir ara "Kavak Yelleri"ni izliyordu. Ağzından "aşk, meşk" kelimeleri düşmez olunca diziyi izlemesini yasakladım.

Sanem Sinem, fotoğrafçı: "İnsanlar travesti görünce şaşırıyor"

cnbc-e'deki Old Christine, Big Bang Theory gibi dizileri izliyorum. Bu kanalda gösterilen diziler RTÜK'ten uyarı alıyor, yasaklanıyor. Bence bu şekilde daha çok merak uyandırıyor. Örneğin sigara gösterilen bir sahne, sansürlenince, daha çok dikkat çekiyor. Bizimkiler varolan şeyleri yokmuş gibi göstermeyi seviyor. Mesela eşcinseller, travestiler burada yok mu? Var. Türk dizileri, yabancı dizilerin aksine, bunlara hiç değinmiyor. Yokmuş gibi davranıldığı için Taksim'e çıkanlar travesti görünce şaşırıyor.

Kaymak Çiçek, 6 yaşında: "Arkadaşlarımla dizideki gibi uçmacılık oynuyoruz"

Ben "Sihirli Annem"i bir de "Bez Bebek"i izliyorum. En çok "Bez Bebek" karakterini seviyorum. Oradaki gibi sihir yapabilmeyi çok isterdim. Konuşmaları, her şeyi beni çok etkiliyor. Ben de arkadaşlarımla öyle konuşuyorum. Onlarla dizideki gibi uçmacılık oynuyorum. Arkadaşlarım da uçuyor.

Buse Durmaz, öğrenci: "Sınıftaki çocuklar psikopat oldu diziler yüzünden"

Ben "Avrupa Yakası"yla "Kavak Yelleri"ni izliyorum. "Kavak Yelleri"ndeki ilişkiler, beni de etkiledi aslında. Bu (yanındaki arkadaşını gösteriyor), benim önceden çıktığım çocukla çıkmış mesela benden sonra. Aynı dizideki gibi. Bana hiç çaktırmıyorlar tabii. Bildiğiniz "Kavak Yelleri"ni yaşadık yani. Sınıftaki çocuklar "Pusat" izleyip boks maçları yaparlardı. Bir de "Kurtlar Vadisi" izliyorlar. Hepsi kavgacı ve psikopat oldu o diziler yüzünden. Hepsinin kanında var zaten Mematilik.

Habip Şenses, mısırcı: "Keşke Polat gibi olsam da şunun ayağına sıksam"

Ben sadece "Kurtlar Vadisi"ni izliyorum vallahi. Hoşuma gidiyor kavga, dövüş, şiddet. Polat özellikle çok hoşuma gidiyor. Bazen bize ters yapan olunca ben bile "Keşke Polat gibi olsam da şunun ayağına sıksam" diyorum. Yanlış bir şey, biliyorum ama etkisinde kalıyorum izlediklerimin. Çocukların izlemesi hiç iyi değil. İzliyorlar öldürme sahnelerini. Sonra "Polat'ım, Memati'yim" diye geziyorlar etrafta, görüyorum. Yakın çevremde de etkilenen insanları görüyorum. Küçük çocuklar bile psikopat ayağına yatıyorlar. Dövüyorlar arkadaşlarını sürekli. Korkudan kimse onların yanlarına gidemiyor hatta. Bence Kurtlar Vadisi'nin direkt etkisi var bu işte. Ben o yüzden kendi çocuğuma izletmem.

Sena Yılmaz, öğrenci: "Ben de Şahika gibi ünlü bir moda ikonu olmak isterdim"

Ben de "Avrupa Yakası" izliyorum. Biraz etkileniyorum. Öyle zengin olmak istiyorum. "Avrupa Yakası"ndaki Şahika gibi herkesin tanıdığı, zengin bir ailenin kızı olmak isterdim. "Ben bunu tanıyorum" deselerdi beni gösterip, çok hoşuma giderdi. Onun gibi bir moda ikonu olmak isterdim.

Bütün beyler toplandık,sorduk neden yıprandık...


Mağazadaki standlar arasında ağzının suyu aka aka gezen kadın, ardında "dolanıp duran" erkeği hiç umursamaz. Varlığını ara sıra hatırlar, ayıp olmasın diye döner arkasına, cevabını merak etmeden sorar: "Şu elbiseye baksana, ne kadar tatlı di mii?" Cevap verecek takati olmayan adam, mağazaya girmeden hemen önce zarafet timsali olan sevgilisinin dönüştüğü "şey"i tanımlayamaz; niye çıktığını kendisi bile bilmediği ve hiç sevemediği bu alışveriş macerasından bıkkındır; yüzünde hüzünlü bir "ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda" ifadesi vardır. Hatırladınız mı bu erkeği bir yerlerden?

Ve erkekler
bizim erkeklerimiz:
korkunç ve mübarek ellerinde
mağaza poşetleri;
kalın, büyük çeneleri, yorgunluktan
küçülmüş gözleriyle
babamız, kocamız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve dünyamızdaki yeri
bir çift topuklu ayakkabıdan,
bir payetli bluzdan sonra gelen
bizim erkeklerimiz
Ve ayın altında, ellerinde
mağaza poşetleri
yürüyorlardı Akmerkez Zara üzerinden Bahariye Mango'ya doğru...

Şehrin göbeğinde kalburüstü bir alışveriş merkezi, alışveriş merkezinin alt katlarında ünlü bir mağaza, mağazanın içinde debelenen; saç renkleri, giysileri, sesleri birbirine karışmış kadınlar, aralarda bir yerlerde silik erkek siluetleri... Hadi kadınlar neyse, kendilerine bir şeyler alacaklar muhtemelen. Peki erkekler n'apıyorlar o kalabalıkta yahu! Yazık!
Pazartesi günü gündem toplantısında tam da bu yarayı dile getiren ekşi bir ses yankılandı. Arkadaşımız Onur, içimizi acıtan bir tonda haykırıyordu: "Alışveriş mağduru erkeklerin dertlerini anlatan bir haber yapalım, n'olur! Bitsin bu azap!" Sesi kalabalığı yardı, göğsümüze saplandı. Derken, odadaki tüm erkekler, belli ki aynı dertten mustarip, onayladılar: "Evet, biri el atsın artık bu işkenceye!"
Bu kadar çok rağbet gördüğüne göre, kadınların alışveriş merakı toplumsal bir sorun haline dönüşmüştü demek ki.
Duyarsız kalamazdık. Sevgilisi, eşi ya da kızı tarafından, zorla alışverişe sürüklenen erkekler dertliydi. Yaralarına merhem olamasa bile onları dinleyecek, sorunlarını dile getirecek iyi insanlara ihtiyaçları vardı. Yakın çevremizdekileri dinlemekle yetinmedik, alışveriş merkezlerinden birine giderek, oradaki erkeklerle de dertleştik. İşte erkeklerin ağzından "birlikte çıkılan alışveriş buhranı":

Servet Kaya, inşaatçı:
10 yıllık evliyim. Eşim bütün kadınlar gibi alışverişi seviyor tabii. Boş yakalarsa beni de götürüyor yanında. Tabii ki sevmiyorum beni götürmesini. Çünkü bayağı sıkılıyorum. Vallahi şu çile bir an önce bitirsin de kaçayım diyorum. Nefes alamıyorum alışveriş yerlerinde. Nesine bakıyorsun o kadar diyorum. Alışverişe bensiz çıksa ya da çıktığımızda kolay beğense de hemen çıksak ne güzel olur! Ama kadın kısmıyla gittin mi akşama kadar çıkamazsın oradan.

Ahmet Tutuk, öğrenci:
Ablamla yeni çıktık alışverişe. Öyle bir gaflete düştüm maalesef! Çok dolaşıyor. Acayip sıkılıyorum. Çok mutlu oluyor alışveriş yaparken. Oradan oraya koşuyor. Ne kadar komik yahu! Her şeye saldırıyor. Daha sakin olsa, sevdiği bir şey gördüğü zaman yavaş adımlarla ilerlese ona doğru. En çok istediğim şey ne biliyor musun? Tek başlarına çıksınlar alışverişe. Hatta benim kıyafetlerimi de onlar alsın!

Tuncay Benar, mağaza yöneticisi:
Eşimle beraber alışverişe çıkınca ister istemez çok sıkılıyorum. Çok seçici oluyorlar; bu ayakkabının tokası var, bunun yok... hem komik, hem sıkıcı geliyor bu bana. Ben de kendime kıyafet alıyorum ama giyindiğim bir tarz var, gidiyorum hemen alıyorum. Kadınlara bakın! Günlük ruh hallerine göre hareket ediyorlar, ne alacakları hiç belli olmuyor.

Şahin Darçın, çaycı:
Ben kalabalıktan çok sıkılıyorum, çok kalabalık oluyor dükkânlar. Kadın zoru olmasa çıkmam hayatta. Ayrıntıya bakıyor. Kızıyorum. Bakıyorum kalabalık, girdiğim gibi çıkarım dükkândan. Yani kadınlar da bizim gibi giysilerin orasına burasına pek bakmadan yapsa alışverişi ne güzel olur.

Alışveriş Mağduru Bir Erkeğin Gündüz Düşleri


Yaşım 28, kendi hâlinde bir erkeğim. Maça gitmek, kahvede king oynamak, televizyon karşısında uyuklamak gibi sıradan zevklerim var. Ve evet itiraf ediyorum, kadınların olmadığı bir hayat zor. Ancak yine itiraf ediyorum ki; kadınlarla yaşamak da oldukça zor. Şimdi sizlere, bir defa içine düştüğüm bir zayıf anımdan nasıl yararlanıldığını anlatacağım.
Evim Bahariye Caddesi'nin son kısımlarında yer alıyor. Bir kız arkadaşımla eve doğru yürürken kendisinin yüz ifadesi aniden değişiverdi. Eve de epey yaklaşmıştık aslında ama birden bayıldığı bir mağazaya çok yakın olduğumuzu fark etti. "Bir arkadaşıma hediye alacağım, hemen beş dakikada çıkarız" diyerek beni de mağazadan içeri soktu. Sürekli de "Çok sürmez" diyordu. Ben de safça "Gireriz canım ne olacak" diyordum. Meğer girmem için hakikaten uzun süre ikna etmek için çabalaması gereken bir yermiş. Sıradan bir erkeğin, kadınların gerçek yüzüyle karşılaşacağı bir yerdi burası.
Kapıdan içeri girdiğimde ilk dikkatimi çeken, içeride alışveriş yapan kadınların yüz ifadelerindeki çirkinlik oldu. Hayır, hepsi bu kadar çirkin olamazdı. Ortada sıra sıra dizilmiş birçok sepet vardı ancak sepetlerin içinde ne olduğu görünmüyordu çünkü her sepetin etrafında birbirini ittiren, sepetin içindekileri önce kendi görmek için birbirini parçalayan kadınlar vardı. Daha önce "Yeni aldım, çok ucuzdu, nasıl sence güzel mi?" diye alınan kıyafetlere "Harika, nefis, çok güzel" diye cevap vermem gerektiğini biliyordum. Ancak kıyafetlerin bu şekilde elde edildiğini bilseydim asla o kıyafetler için olumlu görüş bildirmezdim. Sonuca giden her yolun mubah olduğuna inanmayanlardanım nitekim.
İşte bu çirkin giriş safhasının ardından işimizin beş dakika sürmeyeceğini anladım. "Şu çantamı biraz tutar mısın?" diyen kız arkadaşımın valizi andıran çantasını omzuma taktığımda, aklımdan Hakan Taşıyan'ın "Ayağıma prangalar taktılar" sözleri geçmeye başladı. Yarım saattir içerideydik, kendimi terk edilmiş ve bir başına bırakılmış masum bir çocuk gibi hissediyordum. "Şimdi şu aldıklarımı ödeyip çıkıyoruz" dedi. Kurtulduğumu düşünüyordum. Ancak kasanın önündeki sırayı gördüğümde kâbusun bitmediğini fark ettim. Sıraya girdik. Stat kuyruklarından aşina olduğum bir ortamdı bu. Ancak statta bir edep, adap vardır kardeşim. Araya karışanlara "Kaynak yapmayalım beyler!" diye bağırırsın ve çekilirler. Bu sırada ise ufak tefek, çelimsiz kızlar bile canavarlaşarak omuz atıp önüme geçiyorlardı. Hayatımda ilk defa, kadına karşı şiddet uygulamak geldi içimden ama hayır. Bu kadar gözü dönmüş kadının arasında buna yeltenmeyi düşünmek bile delilikti. Güç bela ödeme safhası bitti. Tam çıkacağımızı düşünürken hanım arkadaşım "Aaaa, ben bunları neden görmedim" diye farklı bir reyona doğru koşmaya başladı. Ben de omzumdaki çantayı, elimdeki poşetleri kendisine vererek "Yeteeeer!" diye bağırıp kendimi mağazanın dışına attım. "Esaretin Bedeli" adlı filmdeki firar sahnesi gibi aydınlık göründü Bahariye'nin arnavut kaldırımlı sokakları. Bu bir düş, hatta kâbus olmalıydı. Hepsinden önemlisi; bu bana bir ders oldu. Bir daha asla!

AYDIN DOĞAN: "Kendi halinde bir emek yayıncısıyım"

Adı Aydın Doğan. Ama şu meşhur medya patronu olanından değil. Galata’da sahafı var. Ayrıca 30 yıldır Yaba dergisini çıkarıyor. 10’a yakın kitap yazmış. Yaba Edebiyat’ın sahibi. Kendi halinde bir yayıncı yani. Merak etmemek mümkün mü: Böyle gözönünde bir kişiyle aynı adı taşımak nasıl bir şey? Bu yüzden başına enteresan şeyler geldi mi?
Bu soruları sormak üzere Doğan’ın Galata’daki sahafına gittik. Tavanı yüksek, eski bir apartman burası. Merdivenler mermerden. Ahşap trabzanın bitip, bir kat yukarıdaki dükkanın kapısının önüne denk geldiği tarafa bir kilim asılmış. Dükkanın girişinde oldukça eski olduğu aşikar dergiler var. Tüm duvarlar, tabandan tavana kitap, dergi, film afişi, antika saat ve telefonlarla dolu. Her haliyle buram buram “eski” kokan dükkanın iç tarafında, Aydın Doğan oturuyor. Duruşu ve bakışıyla, türlü mecrada görmeye alışık olduğumuz adaşından ziyadesiyle farklı görünüyor. Çok görmüş, geçirmiş olduğu her halinden belli. Daha yaşlı bir kere. Kafasının ortası açılmış. Bembeyaz, pos bıyıklarının altından beliren sıcak gülümsemesiyle karşılıyor bizi. O zaman, belki de kemerli burnunun yüzüne oturttuğu sert ifadesi yumuşayıveriyor bir anda.
Biz, oturur oturmaz, isimden kaynaklı komik maceraları dinlemeye teşneydik aslında. Dinledik de. Oldukça eğlenerek hatta. Sonra bir baktık, muhabbetin seyri değişmiş. Doğan bize 12 Mart’ı, 12 Eylül döneminde ülkücüler tarafından nasıl mimlendiğini, tiyatro maceralarını, Turgut Özakman’ın, kendisine ait olan Delioğlan oyununu çaldığını anlatıyor. Meğer Aydın Doğan çok görmüş, çok geçirmiş bir aydın olarak nasıl da sıra dışı bir portreymiş!

“Kara Atmacalar diye tiyatro grubu mu olur?”

Ağustos 1947’de Elazığ’ın Loriken köyünde doğan Aydın Doğan reçber bir ailenin çocuğu. Babası öldükten sonra annesi işleri yürütemeyince onu başka bir ailenin yanına vermiş. 10 yaşından itibaren pek çok işte çalışmış: berber çıraklığı, terzi yamaklığı… Kundura çivisi bile doğrultmuş ama bakmış hep aynı iş, bunalıp bırakmış işi.
Ardından gençlik yıllarında yolu, “burada sanatla, tiyatroyla tanıştım” dediği Ankara’ya düşmüş. Üniversite eğitimi almayan Doğan, bilgi açlığını gidermek için bu şehirde çok iyi oyunlar izlemiş, dünyanın neredeyse bütün tiyatro klasiklerini okumuş. 1967’de birkaç arkadaş toplanıp, Kara Atmacalar adında bir tiyatro grubu kurmuşlar. Amaçları, taşlamalı komedi yapmak. Anlatıyor: “Kara Atmacalar diye tiyatro grubu mu olur? Özenti işte! Biliyorsunuz o dönem 68 rüzgarı var; Kurtalan Ekspresler, Apaçiler, Cem Karacalar, Erkin Koraylar… Ortalık yıkılıyor. Biz de onlara heveslendik. Alakasız bir isim koyduk.” Doğan askere gidince grup dağılmış. Askerden döndükten sonra bir süre Ankara gazetesinde muhabirlik yapan Doğan tiyatrodan uzak kalmaya dayanamayıp, yine birkaç arkadaşıyla birlikte 78’de Kardeş Tiyatro isimli bir grup kurmuş. Grubun, provalarını bir marangoz atölyesindeki talaşların arasında yaptığı oyun tam 72 okulda sergilenmiş. “Organizasyona yetişemeyen” grup da dağılmış. Aydın Doğan’ın tiyatro macerası bunlarla sınırlı kalmamış. Ortaya müthiş bir iddia atmasına neden olacak asıl mesele de burada başlıyor zaten.

“Turgut Özakman oyunumu çaldı!”

Doğan askerden döner dönmez yazdığı Delioğlan adlı çocuk oyununu, üzerinde bazı düzeltmeler yaparak, Çankaya Belediyesi’nin düzenlediği “Gençlik ve Çocuk Oyunları Yarışması”na göndermiş. Aralarında Turgut Özakman’ın da bulunduğu jüri, oyunu ilk beşe sokarak, Doğan’a bir plaket vermiş. Doğan, oyununu 1995’te, içine başka oyunları da ilave edip, editörü olduğu Yaba Yayınevi’nden “Delioğlan ve Diğerleri” adıyla basmış. Sonrasını anlatıyor Doğan: “İnternette dolaşırken Delioğlan Müzikali’yle karşılaştım. Baktım oyunun altında Turgut Özakman’ın imzası var. Yıl 2008… Olabilir dedim, Delioğlan adı benim ipoteğimde değil. Sonra peşine düştüm. Oyunla ilgili eleştirileri, oyunun konusunu okudum. Kitabı okudum. Benim oyunum 89’da ödül aldı, kitabım 95’te basıldı. Özakman’ınki ise 2008’de… Belgelerim var. Turgut Özakman yarışma jürisinde olduğu ve benim adımı, sanımı önemsemediği için bir amatör yazmış gözüyle bakıp, benim oyunumu “Delioğlan, bir Türk Masalı” ibaresini düşerek İzmir Devlet Tiyatrosu repertuarına sokmuş. Ciddi bir para kazandı bu sayede. Ben de Delioğlan’ı Ankara Devlet Tiyatrosu’na önermiştim ama reddettiler. Neden? Çünkü kendilerini kayırıyorlar. Devlet tiyatrolarında takma adla, kendi ailelerinden insanlara oyun yazdıranlar bile var; para dışarıya gitmesin diye. Benim imkansızlıklar nedeniyle ancak altı kişiyle oynatabildiğim oyunumu bu adam 20, 30 kişiye çıkarmış. Delioğlan’ın yanına Akkız diye bir sevgili koymuş. İstersen 100 kişilik yap. İddia ediyorum; Turgut Özakman benim oyunumu kendine mal etmiş.” Önce dava açmayı düşünmüş Doğan ama avukat olan bir arkadaşı, “çetrefilli olur” deyince uğraşmamış.

“Sen yandın aslanım! Bu mahalleyi terk edeceksin!”

Aydın Doğan’ın İstanbul’a yerleştiği tarih 1998. Ondan önce Ankara’da. 70’lere, 80’lere kısacası darbe ve muhtıralara karşı mücadelesini hep burada vermiş.
12 Mart, insanların okuduğu kitaplarla bile mimlendiği, “vatan haini”, “bölücü” olmadı “komünist” diye yaftalandığı, içeri alındığı yıllar… O yıllarda üniversiteli iki arkadaşıyla aynı evde yaşayan Aydın Doğan bir gün eve geldiğinde ilginç bir manzarayla karşılaşmış. Ev arkadaşlarından biri evdeki kitapları sobada yakıyormuş. Kitaplar Aziz Nesin’in, Yaşar Kemal’in, Fakir Baykurt’un… Dayanamamış Doğan, almış kitapları. Sonrasını anlatıyor: “Bunlar dedim bana ait. Evi basarlarsa sorumluluğu ben alıyorum. Şansımız yaver gitti; bir şey olmadı. Bizim konumumuzdaki diğer arkadaşları içeri aldılar çünkü.”
Derken 70ler’in ortaları gelmiş, çatmış. Doğan o yıllarda Aydınlıkevler’deki kitapçısının başında. Vitrininde mutlaka ya Nazım ya Yaşar Kemal. Dükkana gelen misafirlerin çoğu mimli devrimci. Doğan, “solcu” yaftasının hakkını ziyadesiyle veriyormuş yani. Durum böyle olunca, ülkücülerin kuşatmasındaki bir muhitte insanın başının belaya girmesi de kaçınılmaz oluyor. Gece baskınlarıyla defaten içeri alınmış ama tartaklanmamış. “Mahallede bilinen biriydim, ondan harhalde” diyor. Geceleri de dükkanı tahrip edilmiş, hem de defalarca. Üstelik ölüm tehditleri de alıyormuş. Korkudan kimse gelemez olmuş dükkana. Doğan da durumu her seferinde polise bildirmiş ama bakmış, gelen giden yok. Sonunda resti çekmiş, kartonlara, “Polis ülkücülerle işbirliği yaptı” minvalinde sloganlar yazıp, dükkanın camına asmış. “Geçekten de öyleydi ama” diyor ve sonrasını anlatıyor: “10 dakika geçmedi. Ekip gelip, beni götürdü. Sorgu, sual… Neyse, polis yolda bana, ‘Sen yandın aslanım’ diyor, ‘bu mahalleyi terk edeceksin’. Sonra savcı serbest bıraktı beni. Dışarıda beni götürme iştahıyla bekleyen polisler de morardı, gitti.”

“Yok ya bunun bıyığı var; bu o Aydın Doğan değil!”

Gelelim “Aydın Doğan” olmak meselesine… Bu öyle sıradan bir isim benzerliği değil. Söz konusu olan, Türkiye’nin en ünlü işadamlarından biri. Onunla aynı isme sahip olup, bundan nasiplenmemek de olanaksız görünüyor. Biz de sorduk: “İsminizden dolayı neler geldi başınıza?”
Tam da tahmin ettiğimiz üzere, Aydın Doğan bu konudan bir hayli mustarip çıktı. Sene 2002… “Medya patronu Aydın Doğan’ın diğer medya gruplarıyla alacak, verecek meselesi varmış. Bana bir zarf geldi. Hanım almış, bu zarfta bir tuhaflık var dedi. Açtık, Aydın Doğan benim tamam. Benim adresim yazılı. Bir de borca baktım ki, trilyonlar. Alacakların da adı yazılı; Dinç Bilgin falan var. Bende sigortalar attı ama gülüyorum bir taraftan. Ben kendi çapımda bir emek yayıncısıyım. O kadar borcum nasıl olsun? Hemen kimliğimi, dilekçemi aldım. Haciz memurluğuna gittim. Dedim ben buyum! Adam ‘geçmiş olsun, başını zor kurtarırsın’ dedi. Korktum tabii. Borç üstüme kalsa n’apacam? Bir günümü orada geçirdim. Sonra konu kapandı, bir şey olmadı.”

Sadece isim benzerliği olsa iyi, üstüne bir de meslek benzerliği eklenince, başına gelmeyen kalmamış Aydın Doğan’ın. Anlatıyor: “Yaba dergisine dışarıdan yazılar geliyor. Bazıları yazılarının sonuna ekliyor, ‘Yaba’da yayınlamazsanız, Milliyet Sanat’ta yayınlayın’ diye. Milliyet’in sahibi olan Aydın Doğan sanıyorlar yani beni.”

Yaklaşık 10 tane kitap yazan Aydın Doğan, “nasıl olsa diğer Aydın Doğan kalem oynatmıyor, o olmadığını anlarlar” diyerek, kendi imzasını atmış kitaplarına. İmza günlerinde de enteresan tepkilere maruz kalmış tabii. “Yine de diğer Aydın Doğan sanıyorlardı beni. Kitaplarıma bakarak, ‘bu adam kitap da mı yazdı bu kadar şeyden sonra?’ gibi hakaret hatta burada söyleyemeyeceğim küfürler içeren konuşmalar duydum” diyen Doğan’a bakıp, “Yok ya bunun bıyığı var; bu o Aydın Doğan değil!” diyenler bile olmuş. Aydın Doğan durumdan şikayetçi. “Ben Aydın Doğan olarak Ankara’daki gazetede çalışırken ve Yaba’yı kurduğumda, bu Aydın Doğan’ın adı yoktu ortada. Milliyet’in satılmasının ardından çıktı Aydın Doğan” diyor. Doğan çareyi imzasını değiştirmekte bulmuş. Bundan sonra çıkaracağı kitaplarda, başa babasının adını ekleyip, Aziz Aydın Doğan imzasını kullanacak. Doğan’ın bulduğu çözüme arkadaşları kızıyormuş, “bir öyle bir böyle olur mu?” diyorlarmış ama o, “Ben imzamın büyük olması peşinde değilim” diyor, “ortaya koyduğum ürün önemli benim için. Hem bir de böyle bir yazar olsun n’olacak?”

YABA’ya cezaevinden mektup var!

Yaba dergisi ilk kez 1979 Ağustos’unda, Ankara’da çıkar. O sıralar derginin başında Aydın Doğan’ın yanı sıra, birkaç arkadaşı daha vardır ama bir süre sonra derginin sorumluluğu yalnız Doğan’ın omuzlarında kalır. “Kendimi her zaman bir Anadolu çocuğu olarak görmüşümdür” diyen Doğan, derginin yayın çizgisinin de bu şekilde oluştuğunu söylüyor: “Anadolulu, çağdaş, halklara saygılı bir yayın çizgimiz var”.
Tam olarak nasıl bir çizgi bu? Aydın Doğan şöyle yanıtlıyor: “Yıllardır Ermeni sorunu, Kürt sorunu ve benzer azınlık sorunları yaşanıyor bu ülkede. Bu halkları inkar etme politikası gitgide bizi bu hale getirdi, Türkleri yalnızlaştırdı. Ben de bu politikaya karşı durarak, halklara saygılı diyorum.”
Yaba dergisinde en çok dikkat celbeden bölüm, “Cezaevi Mektupları”. Aydın Doğan derginin her sayısını, tüm cezaevlerine gönderiyor. Hatta dergide, tutuklulardan gelen mektuplar, yazılar ve şiirler de yayınlanıyor. Derginin içeriği ve duruşu belli. Zira ilk sayfadan itibaren, “Şimdi Kürt’e Kürt Denecek”, “Kürt Sorunu ve Bask Modeli, “Dünden Yarına Kürtler” gibi milliyetçi kesimi gülümsetmeyeceği aşikar başlıklar, arkalardaysa Nazım Hikmet’in fotoğrafları göze çarpıyor. Mahkumlarla iletişime geçilebildiğine göre, cezaevi yönetimleri derginin içeri alınmasında bir sakınca görmüyor olsa gerek. Aydın Doğan cevaplıyor: “Yayın yönetmeni olarak Aydın Doğan yazıyor ya, herhalde ondan sorun çıkarmıyorlar. Kırk yılın biri işe yaradı yani bu isim.”
İki ayda bir çıkan Yaba dergisi yalnızca Galata’daki Yaba Edebiyat’ta satılıyor.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Dünyanın ilk transeksüeli Einar Mogens Wegener'in hikayesi... “Zavallı, küçük Lili'm benim”








Doğduğunda erkekti. Üniversite yıllarında, kendisi gibi ressam olan Gerda Gottlieb’le evlendi. Gerda’ya şöhreti sunan tablolardaki esrarengiz kadın modelin bizzat “o” olduğunun anlaşılması büyük sansasyon yarattı. Madem her şey açığa çıkmıştı, artık içinde taşıdığı kadını açığa vurması için hiçbir engel yoktu. Cinsiyet değiştirerek, dünyanın ilk transeksüeli oldu. Danimarkalı ressam Einar Wegener’in (kadın adıyla Lili Elbe) koca bir trajediyi içinde barındıran yaşamı öylesine sıradışı ki, sinemadan edebiyata, popüler kültürün pek çok alanında ilham kaynağı olmasına şaşırmamak gerek. Birkaç kelimeyle izah edilmeye çalışıldığında bile son derece çalkantılı görünen bu hikayenin en başına döneceğiz şimdi.

Einar, Lili ve Gerda


Sıradışı hikaye, bir bakan kızı olan Gerda Gottlieb’in, ressam olabilmek için 1902’de ülkesini terk edip, Kopenag’a taşınmasıyla başladı. Kopenag Sanat Okulu’na kaydolan Gerda burada kendisi gibi ressam olan Einar Wegener’le tanıştı. Hemen evlendiler. Gerda 19 yaşındaydı, Einar 22. Gerda’nın “badem gözlü, güzel kadın” portreleri kısa sürede ülkede büyük ses getirip, ona pek çok önemli serginin ve ödülün kapılarını aralarken, bir soru akılları meşgul ediyordu: portrelerdeki güzel kadın kimdi? Çok geçmeden, 1913’te, Danimarka’da büyük bir sansasyona neden olacak gerçek ortaya çıktı: Gerda’ya yıllardır modellik yapan bu kadın aslında, kocası Einar Wegener, dişi adıyla Lili’ydi… Bir erkeğin, kadın giysileri içinde eşine modellik yapması, Danimarka’da hoş karşılanmayınca çift, skandaldan uzaklaşmak için Paris’e yerleşmek zorunda kaldı. Böylece Einar aleni bir şekilde kadın olarak gezebilecek, yani Lili olabilecek ve çift nihayet “lezbiyen” ilişkilerini nispeten daha rahat yaşayabilecekti. Zira Einer 1920’lerde, gece dışarı çıkarken ya da evde arkadaşlarını ağırlarken, tıpkı Gerda’nın portrelerindeki gibi feminen kıyafetlere bürünerek Lili oluveriyordu. Yalnızca çiftin çok yakın dostları Lili’nin gerçek kimliğinden haberdardı. Yabancılara, “Gerda’nın kızkardeşi” olarak tanıtılan Lili’nin, evlilik tekliflerine maruz kalmışlığı bile var. Zaman geçtikçe Einar Lili’yi daha çok benimsedi ve onu büsbütün açığa çıkarmaya başladı. Artık aleni bir şekilde lezbiyen olan Gerda, bir nevi üçüncü kişi olan Lili’nin varlığından hiç de şikayetçi görünmüyordu. Hatta çiftin çok yakın bir dostu olan Nikolaj Pors’un söylediğine göre, “Gerda, canı sıkıldığı zaman Einar’a kadın kıyafetleri giyip, Lili olması için ısrar bile ediyor”du. Pors, “Gerda, Einar ve Lili üçlüsü”nün ilişkilerini şöyle tarif etmiş: “Einar ve Gerda Lili’nin ailesi gibiler. İkisi de Lili’den vazgeçemiyor.” Dönemi de göz önünde bulundurunca, böylesi dikkat celbeden bir çiftle ilgili yapılabilecek dedikoduların bununla sınırlı olması düşünülemez muhakkak. O dönemde özellikle Gerda’nın, kocası üzerinde olumsuz etkileri olduğuna dair muhtelif spekülasyonlar da ortaya atıldı. Bunlardan en ağırı da hiç şüphesiz, Gerda’nın, “cinsiyet değiştirmesine teşvik ederek, Einar’ın, daha doğrusu Lili’nin ölümüne neden olan bir katil” olarak suçlanmasıydı. Buna daha sonra geleceğiz…

Ameliyatlar ve ölüm


Nihayet Einar 1930 yılında cinsiyetini değiştirerek Lili’yi hayatının her anında, en az ruhunda olduğu kadar bedeninde de yaşatmaya karar verdi. Uzman Seksolog Magnus Hirschfeld’in kontrolünde Berlin’de gerçekleşen ilk operasyonla Wegener’in testisleri alındı. Ameliyat Almanya ve Danimarka basınında büyük sansasyon yarattı. Zira, dünyada bir ilki gerçekleştiren Wegener, yeni “daimi” adıyla Lili Elbe, dünyanın ilk transeksüeli olarak tarihe geçmişti bile. Lili artık tamzamanlı bir gerçeklikti. Ancak Einar’ın ölümünden doğan Lili, yeni çalkantılar ve tersyüz oluşlar demekti. Ameliyatın akabinde Gerda ve Lili, iki kadının evli olması yasalara ters düştüğü için, uğruna onca yükün altına girdikleri evliliklerini bitirmek zorunda kaldılar. Gerda İtalyan bir diplomatla evlenip, Fas’a yerleşirken, Lili kim olduğu bilinmeyen bir erkekle ilişki yaşamaya başladı ve ressamlığı bıraktı. Lili’ye göre bu yetenek, Einar’da vardı; onda değil.
Derken penis yerine yumurtalıkların yerleştirildiği ikinci ameliyat, hücre uyuşmazlıkları ve diğer komplikasyonları bertaraf etmek için, ölüm tehlikesi kuvvetle muhtemel olmasına rağmen girişilen üçüncü ve dördüncü müdahaleler… Lili gerçek bir kadın olabilmesi için yumurtalık naklinin şart olduğunu düşünüyor, böylelikle, 49 yaşında olmasına rağmen, ona evlenme teklif eden sevgilisine bir çocuk verebileceğini umuyordu. Onu anneliğe götüreceğini düşündüğü beşinci operasyon için İsviçre’ye giden Lili, ameliyattan kısa bir süre sonra öldü. Söylenene göre ölüm nedeni, “doku uyuşmazlığı”ydı. Dresden’de ameliyatına giren doktorlardan biriyse, Elbe’nin ölümünün ardından oldukça ilginç bir iddia attı ortaya: "Elbe hermafroditti. Yani hem kadın hem erkek organı taşıyordu. Ayrıca vücudunda gelişmemiş yumurtalıklar ve çok sayıda kadınlık hormonu da tespit ettik.”
Lili Elbe’nin ölümünden eski karısı Gerda’yı sorumlu tutanlar da oldu: “Einar’a kadın kıyafetleri giydirerek, Lili’yi ortaya çıkaran odur. Einar’ı o öldürdü!” O sırada Fas’ta olan Gerda ise eski kocasının, kendi tabiriyle “zavallı, küçük Lili”sinin ölüm haberini aldığında yıkıldı. Kısa bir süre sonra eşinden ayrıldı. Einar’la tanışıp, evlendikleri şehir olan Kopenag’a döndü. Burada küçük bir kiralık daireye kapanıp kendini alkole veren Gerda, Lili’den dokuz yıl sonra, 1940’ta öldüğünde, kariyeri çoktan silinmiş, yalnız bir kadındı. Ölüm haberi, gerek gören bazı gazetelerin arka sayfalara iliştirdiği küçük birer ilandan ibaretti sadece.

Popüler kültürde Lili Elbe


Lili Elbe’nin trajik yaşamı popüler kültürü de ziyadesiyle besledi. 2001’de David Ebershoff’un, Lili Elbe’nin yaşamını ve Gerda’yla sansasyonel evliliğini kaleme aldığı The Danish Girl (Danimarkalı Kız) adlı roman, tüm dünyada “çok satanlar”dan oldu ve birçok dile çevrildi. Roman şimdi de, aynı isimle beyazperdeye aktarılıyor. Tomas Alfredsson’ın yöneteceği filmde Wegener’in hem kadın hem erkek halini Nicole Kidman’ın canlandıracağı geçtiğimiz haftalarda basına duyuruldu. Gerda rolü içinse Charlize Theron düşünülmüştü ancak kendisi rolü kabul etmemiş. Şimdi Gerda’yı kimin oynayacağı muallakta. Gelelim müzik dünyasına… The Stripper Project’in 2008 yılında piyasaya sürdüğü “Filthy Wonderful”ın ilham kaynağı da Lili Elbe’den başkası değil.

16 Ekim 2009 Cuma

Ülkenin en değerli "çöp"leri onda!







Fotoğraflar: Ceren Can
Eski radyo ve pikaplarla dolu oda yüz yıl öncesinin kokusunu taşıyor adeta. Radyoların hepsi ahşap. Her biri açıklı, koyulu renk tonlarıyla, yapıldıkları ağaçların ruhunu taşıyan farklı kimlikler gibi. Güzide birer sanat eseri gibi duruşlarından belli; hepsinde ayrı emek, ayrı özen, ayrı ustalık… Her halleri bugün, dijital teknolojiye bulanarak, kimilerinin gözlerini kamaştıran torunlarından farklı.Yapılışları gibi, kullanılışları da ince bir zahmet, itina istiyor. Üzerine fazlasıyla Türk işi bir örtü serilmiş radyonun üzerindeki gramafonun markası His Master’s Voice. Hani şu, üzerinde gramafona kafasını sokan köpek resmi olanından… Kapının karşısına bakan duvarı boydan boya kaplayan raftaysa, kimbilir kaç kez o gramafonun iğnesine değip, yıllar öncesinin ezgilerini kulaklara bırakan plaklar, 45’likler… Fonda Zeki Müren var. “Söyle, sööylee; hiiç mi beni seevmeediinn?” diyor. Eski plaklara has, hoş bir cızırtı eşlik ederken o şahane sese, sanki elli yıl öncesinde dönmüşüz de, şarkıyı Müren’in yanıbaşında dinliyoruz. Tüm bu tarihi biriktiren kişiyse, Süleyman Durdağ. Kendisi, ülkenin gelmiş geçmiş en geniş radyo koleksiyonlarından birinin sahibi. Alamet-i farikası, 15 yıldır üzerinde çalıştığı koleksiyonun yalnızca Türkiye’deki radyolardan oluşması. İlk parça, Ankara sokaklarında yürürken rastladığı bir eskiciden. Gerisi de ziyadesiyle gelmiş gibi görünüyor; şu an elinde yaklaşık 1500 çeşit radyo mevcut. Radyoları eskici ve antikacı arkadaşlarından temin ediyor. Bazen de birileri ona kendi radyolarını hediye ediyor. En önemli kaynağıysa “çöp”…“Böyle nezih bir uğraş için çöp mü karıştırıyorsunuz?” diyoruz. “Niye öyle diyorsunuz?” diyor, “Çöp deyip geçmeyin, Ankara’nın çöpünden her şey çıkar. Hatta diğer koleksiyoner arkadaşlarla buluşup, hadi çöpe gidelim diyoruz.”

“Radyoya boyum yetişmiyordu”

Durdağ Kayseri doğumlu. Daha sonraları büyük bir aşkla bağlanacağı radyoyla tanışması altı yaşına rastlıyor; 1958’e. O yıllarda memlekette yalnızca İstanbul ve Ankara radyoları vardır. Ortalama Türk ailesinin evindeki en değerli şeydir radyo. O yüzden hemen her evde yükseğe konur. Askerdeki oğlun ya da gelin giden kızın fotoğrafları onun tahta kenarlarına iliştirilir. Evin büyüğünden başka kimse onu açamaz.
Ailesi o yıllarda altı çocuklarıyla birlikte Kayseri’nin Tahtamahalle ilçesinde oturuyor. Demiryollarında geçit bekçiliği yapan babası bir akşam eve bir radyoyla geliyor. İlk iş duvara raf çakılıyor, radyo büyük bir itinayla rafa yerleştiriliyor. Anteni takılıyor ve üzerine bir güzel dantel örtü örtülüyor. Önce birkaç dakikalık geleneksel parazit seansının akabinde, düğmeli kutunun içinden müzik sesi gelmeye başlıyor. Durdağ hayal meyal hatırlayabildiği bu müthiş tanışmayı şöyle anlatıyor: “Boyumun yetmeyeceği kadar yüksekteydi. Akşam yedide Ankara Radyosu’nda ‘ajans saati’nde açılırdı yalnızca. Ondan sonra türkü varsa dinlenir. Yabancı müzik başlayınca, ‘gavurca başladı’ denir, kapatılırdı.”

İlk zamanlar, boyu da erişemediği için radyoya pek yüz vermeyen Durdağ’ın bu “modern” cihaza merakı ona abisi Muzaffer Durdağ’dan bulaşmış: “En büyük abim çok beceriklidir. Radyonun orasını burasını açar, kurcalardı. Ben de onun etrafında dolanıyordum. İdolümdü benim. Radyonun arkası açıkken elektriğe takınca içindeki lambalarda kırmızı ışık çıkmaya başlıyordu. İşte benim için büyü bu!”Lise çağlarına geldiğinde artık radyoya da boyu yetişen Durdağ yavaş yavaş, “nasıl çalışıyor bu?” merakına kapıldığı radyoyu evde kimse yokken dinlemeye başlamış. Bu arada yeni bir hobi edinmiş kendine: evdeki elektronikleri söküp, mekanizmalarını keşfetmek. “Tamirle ilgilendikçe daha çok bağlandım herhalde” diyor. Kendisinin de haberi yok, “büyüyünce” makine mühendisi olacağının sinyallerini veriyor belki de. Zira Durdağ, 72’de Ankara Devlet Mühendislik Akademisi Makine Mühendisliği’ne giriyor. O zamanın modası olan kaset teyp dinliyor o yıllarda. “Sök, topla” ilgisinden dolayı arkadaşlarının bozuk plaklarını da tamir ediyor. Bunca haşırneşirlikten sonra, üniversite yılları, bir süredir içinde kıpırdayan radyo aşkını alevleyiveriyor. Durdağ’ın üniversite yılları Türkiye’nin 12 Mart’la 12 Eylül arasına sıkışan, bunalımlı zamanları… “80 ihtilali bizim kuşağın ideallerini, heveslerini ellerinden aldı. Bunun yerine yeni bir şeyler koymak lazımdı. Bazılarımız alkolik oldu, bazılarımız intihar etti. Kimimiz de kitap yazdı, koleksiyoner oldu” diyor, “benim radyo aşkım da o zaman parladı işte!”

“Ben mal değil, anıları topluyorum”

Durdağ radyo biriktirmek istemiş istemesine ama zor zanaat: alması nakit, ilgilenmesi vakit, saklaması mekan… O nedenle, bu uğraşa başlaması ancak 1994’ü bulmuş. Önceleri böyle geniş bir koleksiyonu hayal bile etmiyormuş hatta sayı hedefi bile yokmuş. İşe başlarken dünyada ne kadar marka ve model olduğundan dahi bihabermiş. Şimdiyse, konuya oldukça vakıf biri olarak, “dünyada bir milyondan fazla model var” diyor. Koleksiyonunda, kendi tabiriyle, “ülkemizdeki yaşanmışlıkları” derliyor. Yurtdışından parçalarla ilgilenmemesinin nedeni de bu. Elindeki radyoların çoğunun hikayesini biliyor; kim kullanmış, o aile radyoyu nasıl almış… Onun için esas mühim noktalar bunlar. Kim bilir, kimin nesi; radyoları tamir ederken rastladığı minik, vesikalık fotoğraflar bile duruyor elinde. Bu özeninin nedenini şöyle izah ediyor: “Ben sadece cihaz yani mal toplamıyorum. Olayın sosyal yanını da topluyorum. Yaşanmışlıkları, anıları topluyorum. Koleksiyon böyle yapılır zaten. Elinde binlerce şey var ama sen onlarla ilgili hiçbir bilgiye sahip değilsin. Koleksiyon olmaz o; mal toplamak olur.” Radyoya verilen bunca emek, eve ayrılan zamandan tasarruf demek oluyor haliyle. Durdağ’ın eşi de başta hiç hoşlanmamış bu radyo aşkından. “Ne yapacaksın bu eski, tozlu şeyleri” diyormuş. Ama bakmış Durdağ’ın ilgisi, sevgisi tükenecek cinsten değil; durumu kabullenmiş. “Sergilerde insanların ilgisini görünce fikrini değiştirdi tabii” diyor Durdağ.

“Bazılarının gözü paradan başka bir şey görmüyor”

Durdağ yıllarca biriktirdiği bu değerli parçaları Ankara’da 2003’ten bu yana açtığı sergilerde görücüye çıkarmış. Nihayi hedefiyse, yine çok sevdiği Ankara’da bir müze kurmak. Ancak bu hevesi maddi olanaksızlıklar yüzünden gerçekleştiremiyor. Hatta onu ulusal ve uluslararası çerçeveye oturtacağından emin olmasına rağmen, İstanbul’da sergi açacak imkana bile sahip değil. Durdağ her biri hatırı sayılır meblağlara malolan taşıma, fotoğraflama, kataloglama ve reklam bedellerinden bahsedince madalyonun diğer tarafı biraz tuzlu görünüyor. Velhasıl, ülkemizin koleksiyon gibi zayıf olduğu aşikar bir konuda, oldukça önemli ve ilgi çekici bir iş gerçekleştiren Durdağ’ın gerek İstanbul’da sergi açabilmek gerekse müze kurabilmek için sponsor desteğine ihtiyacı var. Ancak kimseden ses, seda çıkmaması üzmüş onu. “Bazılarının gözü sadece yeşil tomarları görüyor” diyor, “Koç da dahil buna. Sergimizden haberdar, ne yaptığımızın farkında ama hiç ilgilenmedi bizimle. Böyle bir organizasyona yardımcı olsa, Koç’un koçluğuna bir şey mi olur?

Durdağ’a göre müzik endüstrisindeki devrimler:

* “Edison’un 1877’de konuşan makine yapmak amacıyla yola çıkıp, fonografı icat etmesi. O, dünyadaki plak endüstrisinin başlangıcını oluşturdu.”
* “Marconi’nin 1901’de telsiz radyolarını okyanus ötesine göndermesi. Bugünkü de dahil, sonraki tüm yenilikler telsiz teknolojisinin üstüne kuruldu.”

Radyoyla ilgili birkaç not

*Dünyada ilk radyo yayını, 1906 yılında Amerikalı bir amatör tarafından yapıldı*Cihaz aracılığıyla, kitlelere hitaben yapılan ilk radyo yayını yine Amerika’da yapıldığında yıl 1921’di. ABD’yi Almanya izledi. 30’lu yıllarda sayı ve çeşit olarak hızlı bir yükseliş yaşayan radyo, altın çağını 1960’larda yaşadı.*Türkiye’de radyo yayıncılığı ise 1927’de başladı. O yıllarda ülkede yalnızca İstanbul ve Ankara radyoları yayın yapıyordu.