16 Nisan 2010 Cuma

"Gramofoncu Ali"den Gramofon Kafe


Fotoğraf: Leyla Yaman

Samanpazarı antikacıları, gümüşçüleri ve hediyelik eşya satan diğer dükkânlarıyla Ankara’nın nev-i şahsına münhasır yerlerinden biri. Bu ilginç semtin Koyunpazarı Yokuşu’ndan çıkarken sağ tarafınızda küçük, şirin bir “dükkân” dikkatinizi çekecek. İçeri bakarsanız, ortada yanan kömür sobasını, üzerindeki bakır çaydanlığı, duvardaki taş plakları ve muhtelif yerlere adeta serpiştirilmiş gibi duran gramofonları göreceksiniz. Mekânın adı Gramofon Cafe, sahibi Ali Okan, nam-ı diğer Gramofoncu Ali. Kafeden içeri girer girmez önce Neşe Karaböcek sandığımız, sonradan Gülden Karaböcek’in olduğunu öğrendiğimiz ses tatlı cızırtılar eşliğinde karşıladı bizi: “Efkaarım birikti, sığmaz içiime. Bin sitem etsem dee azdır kadeere. Gülmeyi unutaan yaşlıı gözleere mutluluktan haber ver dilektaaşı!”
Taş plaktan gelen sahici sesin de etkisiyle yaşanan duygulu anların akabinde tam gözyaşlarımızı siliyorduk ki, mahallenin delikanlısı kıvamında, çizgili gömleğini siyah kumaş pantolonunun içine sokmuş, tabiri caizse jilet gibi giyinmiş, simsiyah saçlarının ortası hafif açılmış bir adam yaklaştı yanımıza: “Hoş geldiniz, sizi bekliyorduk.” Meğer kendisi mekânın sahibi Gramofoncu Ali’ymiş. Neyse, daha sonra “Elvis’in Köşesi” olduğunu öğreneceğimiz masalardan birine oturup, sohbete koyulduk. Gramofoncu Ali taş plak koleksiyonerinden antika tamircisine, gramofon ustasından Orhan Baba hayranına kadar, içindeki kalabalık insan kadrosunun tümünü konuya dahil ettiğinden olsa gerek, sohbet boyunca kendisinden “biz” diye bahsetti.
İşte, Gramofoncu Ali’nin hikâyesi ve bitmez, tükenmez Orhan Baba aşkı…

“Gramofonu söktüm, hikâyem başladı”

Gramofoncu Ali doğma büyüme Ankaralı. Gramofon merakına bulaşmadan evvel mobilya tamircisinde çıraklık yapmış. Körfez krizi baş gösterince işleri bozulmuş, bir antikacının yanında antika mobilya restorasyonu yapan abisinin yanına girmiş çalışmaya. Sonrasını anlatıyor: “’94’te askere gittim. Askerden sonra abimle aynı yerde çalışmıyoruz, başka yerde çalışmaya başladım ben. O arada bizim ustaya bir gramofon geldi. O zaman gramofon olduğunu bilmiyorum tabii. Mobilyasının bakımı yapılacaktı. Usta heyecanlandı, ben hiç oralı değilim. Bilmiyorum ki ne olduğunu. Sonra bizim ustanın eşyalarının üstünde bir plak. Taş plakmış. Müzeyyen Senar’ın ‘Ninni’ plağı. Hiç unutmam. Usta bir hevesle kurdu gramofonu. Müzeyyen Senar’ın sesi hiç kulağımdan gitmez. Orada ses çok etkiledi beni, anormal derecede etkiledi. Sonradan ben onu tespit ettim, niye bu kadar etkilediğini. Gramofon sesi insan kulağına en yakın sesmiş. Dinleyip de etkilenmeyen insan tanımıyorum. Titreşimle birbirimizi duyabiliyoruz ya, o titreşimdeki o doğal ses direkt insan sesini hissediyorsun, sanki karşında söylüyor. Bizim usta da hüzünlendi tabii. Gözyaşları sel oldu hatta.”
Taş plakla ve gramofonla tesadüfi tanışmalarını böyle anlatıyor Gramofoncu Ali. Aradan yıllar geçmiş. Samanpazarı’nda antika mobilya restorasyonu yaptığı bir dükkân açan Gramofoncu Ali’ye tamir için iki tane gramofon gelmiş. “Gramofonu söktüm, hikâyem başladı” diyor, “içini bir açtım, bu ses nereden çıkıyor, nasıl çıkıyor, içinde garip insanlar mı var, düşüncesiyle gramofonu söktüm. Söküş o söküş. Gramofon ustası olmam orada başladı. ‘98’de.”
Gramofoncu Ali, meraklısı da çok olduğundan olsa gerek, kısa sürede gramofon ustası olarak nam salmış. Önce gramofon ve taş plakları alıp satmaya başlamış, sonra toplantılarda, meyhanelerde gramofon çalmaya. Bir süre sonra üniversitelerden bile teklif almış. Anlatıyor: “Cumhuriyet gazetesinde röportajlar falan yayımlandı. Ankara Üniversitesi’nden hocalar görmüşler. ‘Bizim üniversitede dinleti yapar mısın, öğrencilere tekniği öğretir misin?’ dediler. İnsanlarla haşır neşir olduk.”
Sonra bakmış, ilgi çok, “Ya” demiş, “ben bir gramofon kafe açayım; hem eşyalarımı sergilerim hem de taş plaklar çalarım.”
Nihayetinde 2010’un ilk günlerinde Gramofon Cafe açılmış. Gramofoncu Ali burayı kafenin yanı sıra, birçok sanatçıyla ilgili fotoğraf, CD ve plak bulunabilecek bir kültür merkezi olarak görüyor: “Bizim masalarımızın isimleri dahi öyledir. İşte ne bileyim, Gencebay köşesi, Sezen Aksu köşesi, Münir Nurettin Selçuk köşesi, Erkin Koray, Zeki Müren…”
“Bizim oturduğumuz köşe ne köşesi?” diyoruz. Elvis köşesi diyor. Arkaya bakınca da aynanın üzerine bir fotoğrafı yapıştırılmış Elvis Presley’le göz göze geliyoruz. Ardından gözümüz tavandan sarkan renkli Jackson 5 plaklarına takılıyor. Kafeyi dolduran Recep Kaymak, Ferdi Tayfur, Zeki Müren plaklarının yanında biraz “enteresan” duran plakları çok net açıklıyor Gramofoncu Ali: “E talep var, seviyor insanlar…” Akabinde ekliyor: “Biz bu işi para için değil, gönül dostları için yapıyoruz.”
Bu “gönül dostları” lafı kulağa pek tanıdık geliyor. Biri Orhan Gencebay mı dedi yoksa?

“Hayranlıktan çıktı, baba oğul gibi olduk”

Gramofoncu Ali’nin Orhan Gencebay hayranlığını da bilmeyen yokmuş. Yozgat’a çalışmaya giden abisi dönerken Gencebay’ın 1985’te çıkardığı “Biraz Anlasaydın” kasetini getirmiş. O zaman “plak mlak”tan bihaber olan Gramofoncu, kasedi dinleyince “Ne kadar güzel bir şarkı, ne kadar güzel bir enstrüman” hisleriyle Gencebay’a hayran olmuş. Gramofoncu Ali’nin dillere destan Gencebay tutkusunu fark etmek için kafeye girmek bile kâfi, zira mekânın bir duvarı tamamen Gencebay’ın fotoğrafları ve film afişlerine ayrılmış. Gencebay’ı “Benim hayranlığım hayranlıktan çıktı artık biz baba evlat gibi olduk” diyen Gramofoncu Ali’den dinlemek bir başka oluyor: “Kalite hissediyorsun yani. Arabesk diyorlar öyle değil. Anlatmaya çalışıyorum da bazısı anlıyor, bazısı anlamıyor. Orhan Gencebay aslında şöyle bir insan, halk âşığı. Gerçekten âşıktır yani. Bir Mahsuni Şerif nasılsa, Orhan Gencebay da benim için aynıdır. Şarkılarının yüzde 70’i, yüzde 80’i protest müziktir. Döneminde memleketteki her sıkıntıya bir şarkı söylemiştir. Mesela bir örnek vereyim ben size. ‘93 yılında Sivas katliamı yaşandı. O katliamın sonunda Orhan Gencebay bir birlik çağrısı vermiştir insanlara: ‘Gelin birlik olalım, yarın çok geç olmadan; gelin dirlik kuralım, vazgeçin öç almadan. Yedi düvel elinden kim kurtardı bu yurdu? Mehmetçik değil miydi Lazı, Çerkezi, Kürdü? Asırlardır dinmedi bir bölücü ninnisi. Aynı dinden değil mi Alevisi, Sünnisi?’ diye bir şey söylemiştir. Bunu arabesk olarak mı dinlemek lazım yani? Protest diyelim. ‘Batsın bu dünya’ diyerek çıkmıştır babam. ‘Batsın bu dünya’ nasıl arabesk olur? Toz kondurmam babama. Beğenmiyorlar da buraya gelip, saklı gizli dinliyorlar ama.”

“Yılların birikimi var; kısa görüşme beni kesmezdi”

Gencebay köşesindeki fotoğraflardan birinde Gramofoncu Ali’yle Orhan Gencebay’ın yan yana fotoğraflarını görünce nasıl tanıştıklarını sorduk. Anlattı. Gramofoncu Ali’nin Gencebay hayranlığı yıllarca sessiz sedasız devam etmiş. Bu arada birçok arkadaşı “Orhan Baba’yı çok seviyorsun. Seni onunla görüştürelim” demiş ama Gramofoncu Ali bu tekliflere itibar etmemiş, “Ben hiçbir zaman Orhan Gencebay’la beş, on dakika kuliste görüşmeyi istemedim. Çünkü yılların birikimi var, kısa görüşme beni kesmezdi yani” diyor. “Bir gün Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık, Gramofon Cafe’ye gelip, Gencebay fotoğraflarını görmüş. Sonrasını Gramofoncu Ali anlatıyor: “Hasan Abi bir gün benim mekânıma uğradı, Orhan Gencebay fotoğraflarını görünce, ‘Ya’ dedi ‘burası nasıl bir yer? Orhan Gencebay dükkânına benziyor.’ Çok severim dedim. ‘Çok mu seversin?’ dedi, ‘bir Orhan Abi’yi arayayım.’” Gramofoncu Ali çok heyecanlanmış tabii. Söz konusu yıllarca hayalini kurduğu insan… Devam ediyor: “Aradı Orhan Baba’yı cepten: ‘Orhan Abi merhaba.’ ‘Merhaba Hasan’ım, nasılsın?’ ‘Abi’ dedi, ‘bir mekâna girdik, her yerde senin resimlerin falan. Adam hayranlıktan çıkmış’ dedi, ‘tapıyor’ dedi yaa!” (Gramofoncu Ali’nin gözleri bunu anlatırken öyle parlıyor ki, içlerinden ışık çıkaracak sanıyoruz) “Ali’yle telefonda konuşur musun?” dedi. Telefonu bana verdi. Benim tutuldu ellerim. Nutkum tutuldu. Aşk gibi. Konuşamadım. Neyse nihayetinde heyecanı biraz bastırdık, Orhan Baba’yla konuştuk. Hasan Abi dedi ki, ‘Orhan Abi’yle seni görüştüreceğiz’. Allah’ım bir heyecan!”
Nihayet 30 Nisan’da vuslata ermiş Gramofoncu Ali, İstanbul’a gelip Orhan Gencebay’la tanışmış. Gözleri parlayarak anlatıyor: “Sarıldık, aşkımızı ilan ettik. Baba dedim, benim kâbem burası. Sonra vedalaştık.”
Gramofoncu Ali yıllardır bitip tükenmeyen Gencebay aşkını bir de sergiyle tescilleme niyetinde. Gencebay da bu fikri duyunca, “Çok iyi olur evlat. Her zaman yardımcı olurum” demiş. Sergide film afişlerinden lobi kartlarına, kasetlerden CD’lere her şey olacakmış. Ama en önemli detay hiç kuşkusuz yalnızca Gramofoncu Ali’de bulunan gün görmedik, el değmedik Gencebay plakları. Plakları “dinlemeye kıyamayan” Gramofoncu Ali bunlardan birini kafenin raflarından birinde saklıyormuş. Uzaktan gösterdi: “Bak, 32 yıldır hiç açılmamış plağı var bende, açmaya kıyamıyorum.” (O sırada yardımcısı plağı göstermek için bize getirince Ali Bey telaşla atladı, “Çıkarma, çıkarmaa! El izi olmasın abicim!” Biz de kırıp çizeriz diye korkup bırakıverdik zaten plağı.)

Sohbet biterken Gramofoncu Ali soruyor: “İstanbul’a gideceksiniz di mi siz şimdi? Ben size bir şey çalayım da rahat gidin bari.” Sonra gramofon tekrar cızırdamaya başlıyor: “Yok başka yeriin lütfu ne yaazdan, ne de kıııştan. Bir tatlı huuzur almaya geldik Kalamıış’taaaan, ahh Kalamıııış’taan….”

Not: Yazı Aktüel dergisinde aynen bu şekilde yayınlandı. Sonra Ali Bey aradı beni ve şöyle dedi: "Duygu Hanım, çok teşekkür ederim yazınız için şiir gibi olmuş. Yani üstüne beste yapsan dinlenir ama küçük bir hata yapmışsınız." "Nedir?" dedim. Cevap verdi: "Adım Ali Okan değil, Ali Olcay!!!"... Bilemedim ne desem?