14 Eylül 2009 Pazartesi

DÜKKAN : MANDALINA ROSSA


Erenköy'e konuşlanan Mandalina Rossa, çiçeği burnunda moda dehası Nazlı Çetiner'in bebek ve çocuklar için tasarladığı el emeği, göz nuru kıyafetleri ve aksesuarları buluşturduğu bir atölye...
Malumunuz, çocuk modası son yıllarda yetişkin modasıyla yarışırcasına atağa geçti. Ralph Lauren, Tommy Hilfiger ve Diesel derken pek çok markanın çocuklara hatta bebeklere yönelik tasarımları tüm dünyada büyük ilgi görüyor. Ancak bu markalar bile henüz kişiye özel bebek kıyafetleri yapmamıştı ki İstanbul'un tam ortasında, Erenköy'de bebek ve çocuklara yönelik haute couture tasarımların satıldığı bir atölye açıldı! Atölyenin adı Mandalina Rossa (Kırmızı Mandalina).

Kurucusu, birbirinden ilginç tasarımlarını ilk önce 2008 Mayıs'ında düzenlenen GalataModa'da görme olanağına eriştiğimiz, fırından yeni çıkmış moda dehası Nazlı Çetiner. Düsturu; uçuk ama bir o kadar da ayakları yere basan tasarımlar yaparak nevi şahsına münhasır kalmak. Bu şirin atölyede mandalina bile kırmızı, gerisini siz düşünün!

Marka, "renksiz denklem"i bozuyor

Henüz 25 yaşında olan Çetiner, dünyanın önde gelen moda okullarından birinde, New York Fashion Institute of Technology'de örgü ve triko ağırlıklı moda eğitimi almış. Okurken bir yandan tasarımlarını New York'taki butiklerde satıyormuş bir yandan da Soho'da halka açık satış yapıyormuş. Bir buçuk sene önce kesin dönüş yapmış. Döner dönmez de çocuk doktoru olan babasının muayenehanesiyle aynı dairede bulunan küçük atölyesini açmış. Eğitimi sırasında dünyada bebek ve çocuk modasının çok tekdüze ve yaratıcılıktan uzak olduğunu gözlemlemiş: "Özellikle Türkiye'de çocuk modası çok sınırlı; bütün mağazalar birbirine benzer ürünler satıyor" diyor. Hem çocukların hiç hak etmediğini düşündüğü bu "renksiz denklem"i bozmak hem de dünyada bu alanda varolan boşluğu doldurmak için canlı renkleri ve farklı dokuları birleştirdiği Mandalina Rossa tasarımlarına girişmiş. Özellikle çocuk elbiselerinde tercih ettiği neon renklere bakılırsa bu konuda başarılı olduğu söylenebilir; atölyedeki her parça, kat kat, kontrast renkteki kumaşlarıyla birbirinden sürprizli ve eğlenceli.

Doğal kumaşlar, neon renkler...

Marka, ağırlık verdiği çocuk koleksiyonunda 0-4 yaş arası, bünyesinde nispeten daha az barındırdığı yetişkin koleksiyonunda ise 15- 30 yaş arası müşteriyi hedefliyor.
Çetiner'in genç hanımlar için tasarladığı elbiseler de şahane. Özel tasarım, özel tasarım dedikleri tasarımlara nispten fiyatları da ehven sayılır.Hedef kitlenin içinde, yetişkinlere oranla daha hassas tenlere sahip olan bebekler ve çocuklar olunca kumaş ayrı bir önem kazanıyor kuşkusuz. Bunun ziyadesiyle farkında olan Çetiner için kıyafetlerde kullandığı kumaş ve yün çok önemli. Türkiye'de insanların kumaşlara dikkat etmeden salt şık görünmek için giyindiğini söylüyor: "Dünyanın birçok yerinde böyle değil oysa. İnsanlar vücutlarına zarar vermeyecek kumaşları ve yünleri tercih ediyorlar." Genç tasarımcı, yazlık tasarımlarında koton, kışlıklarda ise tiftik, moher ya da yüzde 100 yün kullanmaya ve sentetik kumaşlardan uzak durmaya dikkat ediyor.










Adres:
Bağdat Cad. 320/7 Erenköy (Mudo'nun üstü)

13 Eylül 2009 Pazar

Balıkçınız "Jaws Kenan"


Balıkçınız "Jaws Kenan"Kenan Balcı, nam-ı diğer Jaws Kenan'ın balıkçılar hatta balıklar âlemindeki yeri oldukça farklı. Özellikle "yolu Türk sularına düşen köpekbalığı" camiasındaki yeri...

1980'lerin ortalarından beri, Türkiye sularında yakalanan hemen hemen tüm köpekbalıkları onun tezgâhında teşhir ediliyor. Jaws Kenan 52 yaşında. İlkokulu bitirdiği günden beri balıkçılık yapıyor. Tezgâhına oturtup, milletin seyrine sunduğu ilk köpekbalığını da kendisi yakalamış. Hem de sıradan bir balık değil, söylediğine göre "Jaws'ın küçüğü"ymüş bu: "Biz başka balık avlarken, avladığımız balıkları yemeye geldi. Ava giderken avlandı yani. 300 kiloluk bir balıktı.

" İlk "kişisel sergi"sini Bakırköy'deki balıkçı tezgâhında açmış. Sonra bakmış ki halkın ilgisi pek yoğun; hemen el ilanları yaparak, okullar dahil tüm kalabalık mekânlara dağıtmış. Sonra televizyoncular, gazeteciler derken, meşhur olmuş. Köpekbalıklarını görmeye gelenlerin sayısı da hızla artmış tabii. Öyle ki, Kartal'dan bir okul, öğrencilerini getirmiş buraya. Semtlerden bile özel talep gelmiş, "Abi, şu balığı bizim orada sergilesene" demişler. Kenan da tutmuş balığı, vinç üzerinde o semte götürmüş. Televizyon kanalları "E5'ten Jaws geçti" diye haber yapmış. Jaws Kenan, ömründe ilk defa köpekbalığı gören halkın tepkisini gülerek anlatıyor; görenler hayretler içinde kalıyormuş: "Balığı aniden görünce 'Ayy!' diyorlar, 'bu ne?' diyorlar, 'balık mı bu?' diyorlar." O da bu hayvanat için "denizlerin canavarı" diyormuş. En komik tepkileri de çocuklar veriyormuş: "Üstüne binen çocuklar mı dersin, tekme atanlar mı dersin, balığın dişleriyle oynayıp, 'Aa! Bunun dişi yok!' derken, elini kesen çocuklar mı dersin? Çocuklar anne, babalarına ısrar ediyor köpekbalığını görmek için. Bütün aile geliyorlar. Çocuklar balığa dokununca anneleri 'aman oğlum yapma, yer seni!' diye bağırıyor. Sanki canlı balık!"

"Çok uyanık balık bu; hissiyatı yüksek"

Bunca yoğun talebe rağmen, Jaws Kenan hiç özel olarak köpekbalığı avına çıkmamış. Tesadüfen yakalanan balıkları sergilemiş sadece. "Çok uyanık balık bu" diyor, "Hissiyatı yüksek. Öyle yakalamaya uğraşırsan yakalayamazsın." Zaten son yıllarda Türkiye sularındaki köpekbalığı sayısının azalmasından dertliymiş kendisi. Ancak o bunu, bilinçli veya hedef dışı avlanmaya değil, denizlerin kirliliğine bağlıyor. Ona göre, kirli denizde hamsi ve palamut azaldığı için, onları yemeye gelen köpekbalıkları da artık eskisi kadar uğramaz olmuş Türk sularına. Bu ilginç işle iştigal eden Jaws Kenan'ın başından ilginç olaylar da geçmiş. Seneler önce, "bir hevesle yaptık, kuruttuk" dediği köpekbalıklarını dükkânda bırakmış. Sonrasını anlatıyor: "Bir gece bir geldik ki kuruttuğumuz balıkların hepsini çalmışlar. Sonra bazı yerlerde araştırdık. Götürmüşler, giyim ürünü satan mağazaların vitrinlerine koymuşlar. İçim yandı!" O olaydan sonra, elinde kala kala dört, beş parçalık köpekbalığı uzvu kalmış.Jaws Kenan'ın, "Balıkçınız Kenan" isimli lokantasına girdiğimizde, itinayla mumyaladığı ve dükkânın en çok güneş alan yerine dizdiği bu balıklarla arasında güçlü bir sevgi bağı olduğunu düşünmüştük. Yanılmışız. Korkuyormuş köpekbalıklarından. Hatta onlar yüzünden denize giremiyormuş. Şöyle diyor: "İsmini duyunca bile ürperti geliyor içime. Onlar yüzünden kıyıda yüzebiliyorum sadece. Ama içimdeki balık sevgisi olmasa da yapamazdım bu işi."
Anlayacağınız, "bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap" onunki.

8 Eylül 2009 Salı

RÖPORTAJ: Vanessa Winship "Türkiye'yi Yaşar Kemal'den öğrendim"



Kafasındaki cevapları değişik coğrafyalarda arayan bir fotoğrafçı Vanessa Winship. Uzun yıllardır göç, aidiyet ve kimlik temalı fotograflar çekiyor. 48 yaşında. Ve üzerinde çalıştığı projeleri onu Türkiye’ye getirmiş. Şu anda İstanbul’da yaşıyor ve ülkenin değişik bölgelerine seyahat ediyor. Türkiye’de, uzun süredir çalıştığı “Karadeniz” konusuna devam etmenin yanında “Aşura” ve “Hamsi” gibi konular ortaya çıkardı. “Bizim” görüntülerimizi, kendisini temsil eden fotoğraf ajansı “Agence VU” aracılığıyla dünyaya sundu. Winship, İngiltere’deki Westminster Üniversitesi’nde aldığı fotoğraf eğtiminin ardından bir süre öğretmenlik yaptı. Sonrasında İngiltere’de ve yurt dışında serbest fotoğrafçılık yapmaya başladı. Fotoğraf dünyası onu 1990’ların sonunda çalışmaya başladığı Balkanlar fotoğraflarıyla tanımaya başladı. Balkan ülkelerinin yanı sıra, Rusya, Ukrayna, Gürcistan ve Türkiye’de uzun soluklu projeler gerçekleştirdi. Geçtiğimiz yıl Doğu Anadolu’da çektiği “kız öğrenciler” serisi ile, yaklaşık 3 bin 500 profesyonelin katıldığı, basın fotoğrafçılığının en prestijli yarışması “World Press Photo (WWP) Contest”in “seri portreler” dalında birincilik ödülüne layık görüldü. Bu, Winship’in WPP’da kazandığı ilk ödül değildi. 1998 yılındaki yarışmada “sanatsal fotoğraf” dalında da birincilik almıştı. 2003 yılında, Leica fotoğraf makinesinin mucidi Oscar Barnack anısına düzenlenen yarışmada “Arnavutluk manzarası” projesiyle mansiyon kazanmıştı.
Medyakronik için yaptığımız söyleşide Vanessa Winship’le rolleri değiştirdik. Biz, sorularla fotoğrafını çektik; o, cevaplarla poz verdi.


Değişik ülkelerde yaşıyorsunuz. Bu yeri, yaptığınız işler mi belirliyor yoksa yaşadığınız yere göre proje mi seçiyorsunuz?
Kesinlikle ilki; yaşadığım yerleri projelerim belirliyor. Hayatım ve fotoğrafçı kimliğim ayrılmaz bir bütün. Benim için bulunduğum yeri anlamak ve soğurmak çok önemli. Bu yüzden, fotoğraflamak istediğim yerlerde yaşamayı seviyorum.

Türkiye’ye hangi projeler için geldiniz?
Türkiye’ye farklı sebeplerle birçok kez geldim. Birara, Balkanlar’da yaşarken sınır, kimlik ve bellek konularıyla ilgileniyordum. Sınırlarının denizlerle çizilmiş olması beni Türkiye’ye, Karadeniz’e getirdi. Sonrasında da İstanbul’un güzelliğine ve zengin tarihsel dokusuna doyamadım. Bunun dışında Türkiye’yle ilgili gördüğüm fotoğraflar ve Türk edebiyatı da kafamda değişik görüntüler canlandırdı burayla ilgili.

Magnum ajansının kurucusu Bresson’dan Salgado’ya pek çok fotoğraf ustası Türkiye’de çalıştı. Son yıllarda Reza, Ed Kashi, Randy Olson ve Alex Webb gibi isimler eklendi. Bu çalışmaların bir bölümü dünya da ses getirdi. Türkiye’ye gelmenizde, sizden once burada çalışan fotoğrafçıların işlerinin etkisi oldu mu? Bahsettiğiniz çalışmaları bilmekle beraber kararımda fazla etkili olduğunu söyleyemem. Türkiye’ye gelme kararımı etkileyen en önemli şey, daha önce göndüğüm fotoğralar değil. Ülkenin sunduğu görüntüler ve okuduğum Türk yazarlar beni buraya getirdi.

Hangi yazarları okudunuz?
Türkiye’den pek çok yazar okudum. Ama en çok beğendiğim ve ülkeyle ilgili vizyonumu geliştiren Yaşar Kemal oldu. Onun Doğu illerini tarifi; göçleri, oradaki ilişkileri, batıl inanışları… Bunlar, Türkiye’nin doğusundaki zengin tarihsel dokuyu oluşturdu kafamda. Ama Karadeniz projesini kafamda canlandıran kişi maalesef bir Türk değildi, İskoçyalı yazar Neal Ascherson’dı. Onun Karadeniz’le ilgili yazdıkları okumaya değer.
Karadeniz demişken… Orada tamamlanan “Hamsi” başlıklı bir çalışmanız var. Neden hamsi?
Hamsi Karadeniz projesinin küçük ama önemli bir parçasıydı. Tabii atlanmayacak nokta, o küçük balığın, bölgenin yaşam kaynağını sembolize etmesi…

Bir konuya kimi zaman yıllarınızı ayırıyorsunuz. Bir konudan neler beklersiniz, seçme kriteriniz nedir?
Çok farklı nedenlerle seçebiliyorum konuları. O konuya kişisel merakımın olması gerekiyor öncelikle. En önemlisi, yaptıklarım, yaşadığım dünyayı anlama arzusundan…Konu olarak seçtiğiniz yerlerin ve insanların sizi etkileyen ortak yanları var mı?Evet, benim gözümde o bölgeleri bağlayan birçok öğe ve motif var. Sınırlar, ama harita sınırlarından ziyade tarihin anlattıkları ilgimi celbediyor. Özellikle periferler, oralarda yaşayan insanlar ve o insanların küçük dünyaları…

Objektifiniz hayatın karamsar yönlerini yansıtıyor gibi; fotoğrafta hüzünden hoşlanıyorsunuz sanki…
Objektifim karamsar değil. Fotoğraflarımı o şekilde algılamanıza üzüldüm. Bir fotoğrafın üzgün veya ciddi bir içeriğinin olması karamsar olduğu anlamına gelmez ki. Evet belki melankolik anlar, acılı anlar, “neden” diye soran bakışlar… Ama asla karamsarlık değil. O, benim objektifiminkinden çok sizin karamsarlığınız olmasın sakın?

Dünyanın bugünkü haliyle ilgili olmasın?
Tabii dünya artık zor ve tehlikeli bir yer. Ama geçmişe bakınca, tarih boyunca bir yerlerde zor ve tehlikeli politikalar uygulanmış hep. Bugün bizler neler olduğunu daha net görebildiğimiz için, bir şeyleri doğru yapma potansiyelimiz daha yüksek.
“Doğulu kızların bakışları içime işledi”
Doğu Anadolu’da okuyan kızları fotoğraflarınız ile “World Press Photo Contest”in “seri portreler” ödülünü kazandınız. Bu, önceden planlanmış bir proje miydi, yoksa başka bir konu üzerinde çalışırken mi ortaya çıktı?
Başlı başına bir projeydi. Ben oldum olası, üzerlerinde mavi formalarıyla, okul kızlarına bayılırım. Bu spontane gelişmekten öte, teknik hazırlık ve organize olmayı gerektiren bir projeydi. Aslında bu çalışmayı yapmadan önce uzun yıllar Türkiye’de yaşadım. Farklı sebeplerle, bazen bir projenin fikir aşaması yapım aşamasından daha uzun sürebiliyor.

Peki sizce neden ödül aldı bu çalışmanız?
Bunu tahmin edemem. Belki ödülü veren jüriye sormak istersiniz bunu! Belki fotoğrafı çekmemle aynı sebeptendir; kızların eğitimiyle ilgili bir konuya değinmiş olmam kararlarını etkilemiş olabilir. Bu konu beni de etkilemişti. Ayrıca kızların yüzlerindeki ifadenin de etkili olduğunu umuyorum. Benim içime işledi çünkü.

O fotoğrafları çekerken ne düşünüyordunuz?
Hem teorik hem duygusal açıdan pek çok şey düşünüyordum. Fotoğrafı çekmeden saniyeler önce kızların ciddiyetine, birbirlerine yakınlıklarına, zarafetlerine, kırılganlıklarına ve kameraya poz verememelerine vuruldum.

Sırada ne tür projeler var?
Keşfetmek istediğim çok şey var daha. Portre çalışmaya devam edeceğim; “kızlar” temasına da… Yolculuk ayinlerim sürecek elbette. “Kızlar” temasını İngiltere ve belki birkaç ülkede daha tamamlayabilirim. Benim memleketim, İngiltere’nin kuzeyinde kırsal bir yerdir. Orayla ilgili bir çalışma yapmak da istiyorum.
“Hayatımdaki en renkli şey, sarı ekoseli ceketim”
Neden sadece siyah-beyaz fotoğraf çekiyorsunuz?
Fotoğrafa başladığım ilk günden beri her şeyi kendim yaptığım için, zaman ve maliyeti hesaba katmak zorundaydım. Siyah-beyaz, maliyeti minimuma indirgemek için gerekliydi. Dijital makinelerle haşır neşir olan genç nesil için, işin maliyet kısmı hikaye tabii. Dünyanın siyah-beyaz bir yer olmadığının farkındayım. İşin bir de felsefi tarafından bakarsak, bir şeyin iki boyutlu temsilini yapıyorum ben. Duygusal bir tepki benimki.

Özellikle renkli çekmek istediğiniz bir konu var mı?
Şu anda yok. Bence renkli ve siyah-beyaz fotoğrafı karşılaştırmak, balerinle modern dansçıyı karşılaştırmak gibi. Nasıl bu dansçılardan, diğer dansta başarılı olması beklenemezse, siyah-beyaz çalışan fotoğrafçıdan da renkli çalışması beklenmemeli. Ama ben renkli fotoğraf çekmeye karşı değilim. Sadece, şu anda damak tadıma uygun gelmiyor.

Hayatınızdaki en siyah-beyaz ve en renkli şeyler neler peki?
En siyah-beyaz şeyler, kitaplarda ve duvarlarda gördüğüm siyah-beyaz fotoğraflar. En renkli şeyler de sarı ekoseli ceketim ve almayı düşündüğüm bir çift kırmızı ayakkabı!
duygu ertürk- nur niyaz bildk (medyakronik 2008)

Bir "Gavur Mahallesi"nden artakalan









Hançepek, Diyarbakır’ın dışlanmışlık kokan “Gâvur Mahallesi”. Zamanında, büyük bir suçun işlendiği söylenen, şimdilerde fakirliğin hüküm sürdüğü bu topraklarda Ermeniler’in tarihten silinen dünyası ile Kürtler’in yoksullukla dolu dünyası yanyana yaşıyor. Müjgan Arpat fotoğraflarıyla, bu iki silik izin buluşmasını gözler önüne seriyor.
Bize öğretilendir; destansı bir tarihin çocuklarıyız biz… Malazgirt’len Viyana kapılarına kadar tarih yazan, dünyanın dört bir yanında şahlanan bir milletin torunları… Peki kitaplarda ezberletilenden öte yaşanmışlıklar, yıllardır gözlerden, dimağlardan uzak tutulanlar? …Bir gazeteci; Müjgan Arpat farketmiş bu tarihi gerçeklikleri. Diyarbakır Hançepek’te tamamladığı bin 300 fotoğraflık çalışması ‘Gavur Mahallesi/ Kalanlar Gelenler’le de Türkiye’nin tarih sayfasını herkes okusun diye tekrar açmış. 1915 öncesi yüzlerce Ermeni’nin yaşadığı Hançepek’te bugün Ermeni olmadığını, kalan son üç Ermeni’nin, orayı terk edip, Meryem Ana Kilisesi’ne sığındığını, tarihten silinen bu mahallenin bugün, 30 yıldır yaşanan savaştan mustarip başka bir halka, yoksul Kürt ailelere; tek kelime Türkçe bilmeyen yaşlılara, mahalle delikanlılarına, yüzleri dövmeli, altın dişli kadınlara ve onların bel büken yoksulluğuna ev sahipliği yaptığını gösteriyor bize Arpat…Herşey beş yıl önce başlamış. Arpat, Mıgırdiç Margosyan’in kitaplarından öğrendiği Hançepek’e belgesel çekmek için gitmiş önce. Orada gördüklerine öyle çok öfkelenmiş ki, onu böylesine etkileyen şey başkalarını da rahatsız etsin istemiş, sayfalardan öğrendiği mahalleyi objektifiyle ölümsüzleştirmek; yıllarca Ermeni olduğunu gizlemek zorunda kalan, herkesin Sıtkı bildiği Sarkis Amca’yı, eşi Bayzer ve kardeşi Viktoria’yı… “Hançepek, ya da Müslüman komşularının diliyle Gavur Mahallesi”diyor serginin yaratıcısı Müjgan Arpat, “bu topraklarda 1915’te yok edilen 2 bin 925 Ermeni yerleşim yerinden yalnızca biri…”, Gavur Mahallesi/ Kalanlar Gelenler çalışması için dört buçuk yıl gidip geldiği o yeri tanımlarken…“Sergiyi yapma nedenim, 1915’in faillerinin torunları olarak mağdurlara karşı böyle bir sorumluluğumuz olduğunu düşünmem. Geçmişimizi sorgulamamız lâzım. Failler cezalandırılmalı ki tarih tekerrür etmesin” diyor. Çekilen acıların ardından uzun süre kendi halinde unutulan bu topraklarda zorunlu bir başka göçün mağdurları yaşıyor şimdi. Terör ve savaş nedeniyle kendi köylerinden göç etmek zorunda kalan Kürtler şimdi “Gavur Mahallesi”nin sokaklarına evlerine can veriyor.
"Çocuklar bile milliyetçi oralarda"
Müjgan Arpat yıllarca içi içe yaşadığı, yakından ahbap olduğu o insanları şöyle tanımlıyor. “Politize olmuş buradaki halk. Çocuklar bile milliyetçi oralarda. Çingeneleri dışlıyorlar mesela. Ellerindeki oyuncak silahlarla son derece militarize bir tablo çıkıyor karşımıza.” Arpat, kendisini etkileyen herşeyi; Hançepek’teki yağma, talan ve yıkıma terkedilmişliği her bir fotoğrafında fazlasıyla belirginleştiriyor: Talan edilmiş Surp Grigaros Klisesi’inden artakalan yanmış bir tabela, şans eseri ayakta kalmış taş yığınları arasında gezinen tavuklar, duvarlarına asılmış halılar, kapılardaki paslı “şakşak’”ar ve tüm bu dışlanmışlığın, yok edilmişliğin ve yoksulluğun ortasında yaşamaya çalışan insanlar, onun objektifinde soyunup, tüm eğretiliğiyle çırılçıplak yüzünü gösteriyor.Arpat’a göre Türkiye’de böyle bir işi yapmak kadar sergilemek de cesaret işi. “Karşı Sanat, Harfiyat gibi yerler olmasa politik içerikli sergilerin sergilenemeyeceğini düşünen Arpat: “Sabancı, Koç gibi müzeler bu faaliyetleri ele geçirmiş durumda ve siz onların sansüründen geçemiyorsunuz” diyor. Arpat son olarak kulağımıza bir sır fısıldıyor; bir yıldır üzerinde çalıştığı, en az “Gavur Mahallesi” kadar ‘rahatsız edici’ bir konu üzerinde çalıştığını ve projenin iki yıl içinde tamamlanacağını söylüyor.

Müjgan Arpat kimdir?
Almanya’da çeşitli dergi ve gazeteler ile değişik medya kuruluşlarının internet sayfalarında fotoğrafları yayınlandı. Berlin’de “Almanya’da Irkçılık” konulu fotograf sergisi açıldı. 2000 yılından bu yana yaşadığı Türkiye’de “Gündem”, “Birgün”, Postexpress”, “AGOS” ve “Amargi” gazete ve dergilerinde fotoğrafları yayınlandı. “Hepimiz Hrant Dink’iz” fotoğraf albümünün fotoğrafçılarından. Bir Alman televizyonunda muhabir olarak çalışıyor.
duygu ertürk (medyakronik- 2008)

Meryem'in en siyah hali




Ey Tanrı’nın ve İsa’nın annesi, Diri Tanrı’ya gebe kalan Meryem! Böylesi görülmüş müdür? Meryem ezberini şaşmış, tersyüz olmuş… Siyah bir ten içinde, üzerinde işkembeden elbise. Kendini doğurmuş, tam 22 kere. Hâlâ bakire. Tanrılar çıldırmış olmalı! Belli, kameraya yabancı; kah mağrur kah şaşkın bakışlarla süzüyor objektifi, duvara çivili dikdörtgenden nazar ediyor ta içimize…
O siyah tenlerin kaşifi, o ta içimize işleyen bakışların; ‘Meryem”in (Maria) yaratıcısı, fotoğrafçı, Pınar Yolaçan… 1981 doğumlu. Önceleri aklında fotoğrafın f’si yok. O, patlıcana fermuar diken bir ‘kaçık’. Patlıcan bu öyle durmaz; çürür. Yaptığı işi belgelemesi lazım; fotoğrafını çekmek iyi fikir…Londra’da moda eğitimi aldıktan sonra, halen yaşadığı New York’a gitmiş. New York’ta saygın bir sanat okulu olan Cooper Union’dan üç yıllık bursu kaptığı gibi de Brezilya’nın yolunu tutmuş. Her işte bir hayır… Brezilya’ya gitmeden önce de aklında hep oradaki siyahi kadınlara dair bir çalışma yapmak varmış zaten. Yolaçan, Itaparica Adası’nda bir güzel fotoğraflamış Brezilyalı kadınları. Fotoğraflamış fotoğraflamasına da, kadınlar siyahi; kiloları, tenleri, bakışları çeşit çeşit. Nereden çıktı Meryem şimdi? “Meryem… Çünkü klasik Meryem vardır ya hani, beyaz tenli, pembe bir kadın… Soylu bir tasvir. Dindardır. Sömürülen ülkelere dini yaymak isteyenler, oradaki siyah tenli, güneşe tapan kadınlara; fotoğraflarını çektiğim kadınların atalarına Meryem’i göstermişler rol model olarak. Nasıl model alsın o kadınlar Meryem’i; görünüşleri bile farklı. Çok komik! Buna gönderme yapmak istedim.” Bir de tesadüf bu ya, fotoğraflarını çektiği kadınların çoğunun adı Maria’ymış Yolaçan’ın. Objektifle modellerin, iğne iplikle işkembenin harmanı onunki. “Abrakadabra!” Karşınızda ‘Faniler’, karşınızda ‘Meryem’. “Fotoğrafçılık maskülen…” Yolaçan, inadına elinin hamurunu bulaştırmış objektife; fotoğraflardaki her bir Meryem’in üzerinde, onun elinden çıkan, el emeği göz nuru kıyafetler… Kıyafetlerin kumaşı, pazara gidip bizzat seçtiği hayvan eti. Tek bir dokunuşla, fotoğrafın en feminen hali… “Doğarken annemizin rahminden çıkıyoruz, kan ve sümüksü bir sıvı içinde. Regl dönemlerimiz var, kanlı. Yemek yapıyoruz, elimizi ete, yağa değdiriyoruz. Bu kadar şey içinde plasenta veya ciğerden tiksinmek ilginç olur bence.” diyebilecek bir başkası varsa çıksın ortaya. Meryem çalışması sırasında fotoğraf çekmeyi kabul etmeyenler de olmuş. Koyu Katolikler, konsept gereği üzerlerine hayvan eti giymeyi reddetmiş mesela. Çünkü, Brezilya’da bir inanışın, çiğ hayvan etiyle yaptıkları bir ritüel varmış. Onun dışında, kadınları ikna etmekte bir zorluk yaşamamış Yolaçan.“Bana bakınca, benden zarar gelmeyeceğini anladılar tabi hemen” diyor gülerek.“Onlara, neyin içinde yer aldıklarını anlattım; fotoğrafları çekildikten sonra kötü bir şeylerle karşılaşmayacaklarına ikna olunca sorun kalmadı. Düşündüğünüz gibi ilkel insanlar değil oradakiler. Gazete var, televizyon var. Burada Büyükada neyse, orada da Itaparica o. Sadece, onların ataları sömürülmüş bir zamanlar, orada hala bunun izleri var.”


"Fotoğraflarımla feminist mesajlar vermiyorum"
Yolaçan, Meryem çalışmasında belgesel fotoğrafçılığa gönderme yapmış. Ona göre, ‘öteki dünya’ insanlarının fotoğrafları çekiliyor ve “işte bu insanlar böyle yaşıyor” deniyor. Ama o fotoğraflar pür gerçeği değil, fotoğrafçının gözünden o ‘öteki dünya’ yı yansıtıyor bize sadece. O sebeple Yolaçan, yine ‘öteki dünya’ dan kadınları anlattığı ‘Meryem’ de bir kültürü kendi gözünden anlatma derdinde değil; o, kadının en tek, en sade halini donduruyor tek karede; odakta bakışlar… Ve sonra, bir zamanlar Meryem’e söylenen misali: “Kadın, işte sensin!” diyor sadece. Bundan önceki çalışması olan Faniler’de de (Perishables) sadece kadınları çekmiş Yolaçan. Çalışmalar hep kadın üzerine olunca, feminist bir duruş, kadın sömürüsüne bir başkaldırı diye düşünüyor insan ilk önce ama o bunu reddediyor: “Ben de bir kadınım, kadınları çekmek benim için daha kolay. Feminist bir mesaj vermek istemedim fotoğraflarda. Hatta mesaj verme gibi bir derdim bile yok. Kadın çıplaklığının sömürüsüne karşı bir tepki değil benimki. 16. y.y.’da başlayan sömürgecilik faaliyetlerinde bile sömürülen ülkeler ‘feminize’ edilir; ‘virgin lands’ tir oralar. Sömürgeci devlet maskülendir. Kadının sömürülmesi derken kastettiğim bu aslında.”

Yolaçan’ın bir sonraki projesi yine kadınlar üzerine olacak; “Avrupa’nın Çiçekleri”… AB ülkelerindeki kadınları fotoğraflayacağı bir proje olacakmış bu, 15 ayrı ülkeden. Çalışmada başrol yine aksesuarların, söylemeye ne hacet! Ancak bu sefer, et ürünleri değil, çiçeklerden yapacağı kıyafetleri giydirecekmiş Pınar kadınlara. Bu sefer fotoğrafın en ferah, en mis kokan haliyle…

duygu ertürk (medyakronik- 2008)

RÖPORTAJ: Altan Bal "İstanbul'u İstanbul yapan Kızkulesi değil, oraya yüzerek giden adamlar"













Fotoğraflar: ALTAN BAL




Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü’ne birincilikle girer. Henüz öğrenciyken, hepi topu okul projesi diye yola çıktığı, ama üzerinde pek titizlikleçalıştığı için, ona meslek hayatının kapılarını aralayacak olan ‘Bekar Odaları’ defalarca sergilenir. Çeşitli dergilerde çalışmaları yayınlanır. Yunus Nadi Fotograf Ödülü ve Kodak Profesyonel Kategori Büyük Ödülü’nü kazanır. Başarısının ardında yeteneği ve çalışkanlığının yanısıra, çocukluğunda, eski bir kamyon şoförü olan babasının anlattığı ve onu derinden etkileyen hikâyeler, hayata, zorluklara, İstanbul’a inat girişilen mücadeleler vardır. İlkin babasından dinlediği kamyoncular ve çileli yol hikâyeleri 3 yıllık bir çalışmanın ardından Altan Bal’ın objektifinde dile gelip vücut buldu.

Babanız sizi büyütmek için memleketi Erzincan’dan İstanbul’a, dedenizden kaçarak geliyor. Babanızın bu kararından, İstanbul’da büyümekten memnun musunuz?
Tabii canım. Anadolu’yu düşündüğüm zaman durum içler acısı. Sadece yoksulluk anlamında değil. Ruhu yavaşlatıyor. İstanbul’da her an her şeyin olabilme ihtimali bile İstanbullu olmaya değer. Evden çıkıp 10 dakika sonra deniz kenarında olmak çok güzel. Bunu bilmeyene anlatamazsın. Sonra, İstanbul’da yaşayan insanın refleksleri çok gelişiyor. Hayati kararlar vermek zorundasınız her zaman. En basitinden sabah on dakika geç çıksan, trafiğe kalırsın, gününün tüm akışı değişir.

Neden fotoğrafçılığı tercih ettiniz?
Koşturmaca içinde yok olup giden her anı anlatmada fotoğraflar daha etkili. Neden daha etkili; çünkü öncesini ve sonrasını görmüyorsunuz. Fotoğrafın çekildiği anın sağı solu yok, dolayısıyla o büyülü anı bozamıyorsun. Bütün bu değerler biraraya gelince benim fotoğraf çekme nedenim de oluşmuş oluyor. Tabii bu değerler her zaman değişir. Üç yıl önce başkaydı, 2 yıl sonra başka olacak. Bir de fotoğraf girdiğin ortama bilet oluyor. “Ben fotoğraf çekiyorum, hadi gezelim beraber.” Tabii bunun bir de duygusal sebepleri var. Dünya gözüktüğü kadarıyla, hareketli ve üç boyutlu. Zaman da araya girince beni çok sıkıyor. Hareket o kadar güzel bir şey değil yani. Ben hareketli bir adamım ama hareket eden nesnenin ayrıntıları kayboluyor.

Sergi dışında, spontane çektiğiniz fotoğrafların sizde ne gibi duygular uyandırması gerekiyor?
Ben aslında hiç spontane fotoğraf çekmiyorum. Çektiklerim hep bir projenin parçası oluyor. Yani ortaya bir hikâye atıp onun peşinden gitmeliyim. Dolayısıyla benim için hikâye belirleyici oluyor. Şunu asla yapmıyorum: “boynuma makine asayım, gezeyim.”

O da zevkli değil mi sizce?
Öğrenciyken güzeldi. Artık keyifli gelmiyor. Çünkü sizin bir fotoğrafçının fotoğraflarına bakma sebebiniz, aslında, sizin yabancı olduğunuz bir ortamı fotoğrafçının samimiyetle anlatması. Ama fotoğrafçı bir şeyi görür görmez çekiyorsa o da konuya yabancı demektir. Belgesel fotoğrafçılık için tek fotoğrafın hiçbir değeri yok. Öykünün bir parçası olmak gerekiyor. Ama dünyada çok iyi sokak fotoğrafçıları var, onlar karşılaşıp çekiyorlar. Ve çok da etkili, merak uyandıran fotoğraflar oluyor. Benim fotoğraf çekmem için öyküyü sevmem, o öykünün peşinden gitmem lazım. Bir cümle olmalı. Mesela yazın daha önce hiç yapmadığım bir şey yaptım, yürüyüp fotoğraf çektim. Ama orada da bir hikâyem vardı: “Bak bu da İstanbul.” İstanbul’un öyle fotoğrafları var ki, onu hep güzel gösteren; Kız Kulesi, tramvay… Ama İstanbul’u İstanbul yapan aslında Kız Kulesi değil de, oraya yüzerek giden adamlardır.

Siz hikayelerinizi nasıl seçiyorsunuz?
Aslında belgesel fotoğrafçılığın en önemli noktası konuyu seçmek bence. Konu sizin her şeyiniz. Çektiğim konuların ikisi de babamın hikayesiydi. Küçüklükten beri onunla ilgili bir şey yapmak istiyordum. Bu iki çalışmamın dışında, kâğıtçıları çektim. O da yine İstanbul’u anlatıyordu. Ben çektiğim zaman bu kadar çok kâğıtçı yoktu, kâğıtçı bulmak için bir saat, iki saat arıyordum, ondan sonra çekiyordum. Orada beni etkileyen şey ise, hepimizin uzak durduğu çöplerden başka bir insanın yaşamayı seçebilmesi, mücadele etmesi. Benim bir şeyi çekebilmem için içinde hüzün olması gerekir. Murathan Mungan’ın bir lafı vardır: “Yutkunduğun zaman geçiyorsa yazma.” Ben buna çok inanıyorum. Yutkunduğum zaman geçmemeli. Bilmem dikkat ettiniz mi, fotoğraflarımda gülen insan hiç yoktur.

Bu yüzden mi hep siyah beyaz çalışıyorsunuz?
Evet. O özellikle eğitimini aldığım ve sevdiğim bir şey. Her şeyi siyah beyaz çekeyim demiyorum ama hüznü kuvvetlendiriyor.

Bundan sonra da siyah beyaz mı çalışacaksınız?
Bundan sonraki projemi renkli çekmeyi düşündüm ama o da siyah beyaz olacak herhalde. Renkli fotoğraf çok cazip bir şey değil. Siyah beyaz çektiğin zaman daha etkili oluyor. Renkli bir elma fotoğrafına baktığınızda elmaya baktığınızı düşünürsünüz. Siyah beyaz elma fotoğrafına baktığınız zaman ise elma fotoğrafına baktığınızı düşünürsünüz. İletişimde yabancılaşma önemlidir.

Bundan sonraki projeniz ne üzerine olacak?
Köy doktorları ve köy ilköğretim okullarıyla ilgili bir çalışma yapmak istiyorum. Bir de fotoroman yapmak istiyorum. Benim çok iyi bir fotoroman koleksiyonum vardır. Küçümsemem fotoromanı. Lütfi Akad’ın çektiği, Kadir İnanır’ın, Müjde Ar’ın oynadığı fotoromanlar vardır. Onlara saygı duruşu gibi büyük boy fotoromanlar yapmak istiyorum. Hafif Yeşilçamvari ama Leman, Penguen kuşağı muhabbetiyle karıştırıp… Eski Yeşilçam dublörlerinin haklarını aramasıyla ilgili bir fotoroman.

Türkiye'de belgesel fotoğrafçılığı ne durumda sizce?
Dışarıdan bakıldığı zaman bu konularla ilgilenen kimse yok zannediliyor. Mesela bu işi benden başka yapan olup olmadığını soruyorlar. O kadar çok var ki… Genç kuşak çok sağlam geliyor. Ben bir takım rastlantılar sonucu yaptıklarımı sergileme, kitap yapma şansına sahip oldum.Siz bu şansa nasıl sahip oldunuz?Kendi şansımı kendim yarattım. Öğrenciyken yaptıklarımın kariyerimi oluşturacağını biliyordum. “Bekar Odaları” benim okul ödevimdi mesela. Ben biraz da şansa inanıyorum. Sosyolog bir arkadaşım çektiğim deneme fotoğraflarına bakıp “Sen İstanbul’un bilinmeyen yönünü gösteriyorsun” demeseydi bu işi bu kadar ciddiye alır mıydım bilmiyorum. Bir de şu var; “Kamyoncular” projesi için kelle koltukta, cebimde 15 lirayla bir yıl yola çıkma cesaretini gösterdim. Önce arkadaşlardan borç para isteyip film alıyordum, sonra yola çıkıp otostop çekiyordum. Ama kamyona bindikten sonra paraya ihtiyacınız olmuyor, kimse size para harcatmıyor zaten. Yani biraz cesaret, biraz da şans…

Fotoğrafçılıkta kadınlardan ziyade erkeklerin adı geçiyor. Belki de bu avantajınız da vardı bir erkek olarak. Çünkü cebinizde 15 lirayla otostop çekiyorsunuz, bir kadının bunu yapması çok zor.
Bu konuda imkânsız, doğru söylüyorsunuz. Ama marjinal bir örnek olsun diye söyleyeyim, ben de kadınlar hamamını çekemem. Aynı örnek olmadığını biliyorum, biraz simgesel bir örnek verdim. Şunu demek istiyorum, dünyanın en önemli savaş fotoğrafçısı bir kadın. Belgesel tarihinin en önemli figürlerinden biri Diane Argus, kadın. Ve ne çektiğini söyleyeyim eşcinseller, fahişeler, sakatlar, deliler… Ben de buralara giremem. Bedelini ağır ödemiş, genç yaşta intihar etmiş, orası ayrı. Yani o kadar içler acısı bir durum yok aslında. Ama ona bakarsanız romanda da öyle. Nobel ödülü almış kaç tane kadın yazar var?

Bu iş manevi yönden olduğu kadar maddi yönden de tatmin ediyor mu sizi?Amerika’da 10 fotoğrafın bir yerde yayınlansa bir projenin parası çıkıyor. Türkiye’de belgesel fotoğrafçısının böyle bir şansı yok, ama reklâm fotoğrafçısı iyi para alır. Ben bu projeden para kazanmıyorum ama isim yapmamı sağladığı için ders verdiğim yerlerde 40-50 kişi oluyor ve iyi para alıyorum. Bu projelerim olmasa kimse beni tanımaz. Bu işleri yapıp durumundan şikayetçi olanları anlamıyorum zaten. Yapma o zaman. Ben para kazanıyorum ama çok çalışıyorum. Bana çok yetenekli adam demezler, çalışkan derler. Muhabbetin en güzel yerinde ayrılıp karanlık odaya giriyorum. Günde 3 - 4 saat uyuyorum. Ben bu dünyayı çok sıkıcı buluyorum. Kendime bir oyun buldum. Zaten şikâyet edildiği gibi bir ortam yok bence. Çalışan her zaman kazanıyor. Ama çalışmanın ilk on yılı karşılıksız olacak.

Bu işi yurt dışında yapmayı düşündünüz mü?
Yaptığım işleri yurt dışına göndermeyi düşünüyorum ama yurt dışında fotoğrafçılık yapmayı düşünmüyorum. Bir de yurt dışında bu işi o kadar kolay yapamam. Kamyoncularla kurduğum samimiyeti, yurt dışında kiminle kuracağım! Ben yollarda büyüdüm. Az çok bilirim kiminle ne konuşulur, nasıl konuşulur.Yolda geçen ömürler…Tıpkı “Bekar Odaları”ndaki gibi , “Kamyoncular”da da çıkış noktanız babanız olmuş.

Babanızın hayatınızdaki yeri nedir?
Babam yola çıktığında bazen iki üç ay dönmezdi. Geldiğindeyse mutlaka anlatacak bir şeyleri olurdu. Kullandığı dil o kadar görseldi ki, ağabeyimle oturup dinlediğimizde her şey gözümüzde canlanırdı: Yollar görürdük, dağlardan dolanan yollar. Uçurumdan uçmuş kamyonları, karda boyu kadar lastik değiştiren şoförleri, bozulan kamyonlarını yaptıracak parası olmadığı için kamyonun içinde çaresizce bekleyen kamyoncuları görürdük.

Yolculuklarınızda “Kamyoncular” size nasıl tepki gösterdi?
Olumsuz bir tepki almadım. Çünkü kapılarını çalıp hadi fotoğraf çekelim demiyoruz. Ben bir kamyona binip üç hafta sonra fotoğraf çekiyorum. Dolayısıyla o tedirgin olma durumu yavaş yavaş yok oluyor. Karşılaşır karşılaşmaz fotoğraf çekmiyorum. Biri dibinize kadar girip fotoğrafınızı çekse siz de rahatsız olursunuz.

Kamyoncuların kadın muhabbeti meşhurdur. Hiç böyle bir konu açıldı mı?
Benim yanımda hiç olmadı. Çünkü nasıl cevap vereceğimi biliyorum. ‘Güzel kızlar var mı okulda?’ diye soruyor, ‘Hepimizin kardeşi abi olmaz mı?’ diye cevap verince o muhabbet kapanıyor orada. Ama kamyoncuya yaranmak için, ‘Olmaz mı be abi!’ diye lafa başlarsanız, o muhabbet bitmez.

duygu ertürk- nur niyaz bildik (2008)

6 Eylül 2009 Pazar

SAHİ; KİMDİ PINA BAUSCH?









30 Haziran’da acı haber geldi: Pina Bausch öldü. 68 yaşında, kanser teşhisi konduktan sadece beş gün sonra… Kimileri için yaratıcısını kaybeden bir dönemin sonuydu bu; kimileri için, tanıdık gelmeyen bir ismin artık varolmadığı bilgisi… Sahi, kimdi Pina Bausch?.. Kısaca anlatmak gerekirse, dans tiyatrosunun yaratıcı tanrıçası, modern dansın en nevi şahsına münhasır, etkin dansçısı ve koreografı.
Bausch’la ilgili edinilebilecek bilgiler, biraz da sağlığında röportaj vermeyi tercih etmediğinden olsa gerek, genellikle dans kariyerine ilişkin: 1955’te dansa klasik baleyle başladı, 1968’te ilk koreografisini yaptı, 2008’de Frankfurt am Main'in Goethe Ödülü’nü aldı vs.
Bizse dansta yeni bir dil yaratan bu önemli isimle ilgili bildiklerimizi biraz öteye taşımak, kariyerinin perde arkasını da öğrenmek için onu, iş arkadaşı ve yakın dostu olan Koza Tamdoğan’dan dinledik. Uzun yıllar İKSV’de çalıştıktan sonra Bausch’un ricası üzerine 2005’ten Ağustos 2008’e dek Pina Bausch Tanztheatre’ın genel müdürlüğünü yapan Tamdoğan bize Bausch’u anlatırken onu tedirgin eden, oldukça önemli bir konuyu da paylaştı bizimle: “Pina Bausch’un dans ekibi AKM’de “Nefes” ve “Dolunay” adlı oyunlarını sahnelemek üzere 2010’da Türkiye’ye gelecekti. 2010’a dört ay var ama AKM’nin tadilatı hala bitmiş değil. Sahne tamamlanmazsa, ekip de gelemeyecek.”

Bausch 1940’da Almanya’nın Solingen kentinde doğar. Burada 17, 18 yaşına kadar klasik bale eğitimi aldıktan sonra, iki sene kalacağı New York’taki Julliard School’da modern baleyle tanışır. Ülkesine döndüğünde ilginç bir teklif alır: Dönemin Kültür Müdürü onun Wuppertal Balesi’nde sanat yönetmeni olmasını ister. Bausch tedirgin olur. Çünkü o, yurtdışında edindiği tecrübeleri harmanlayarak, dönem Almanyası’nın alışık olduğu klasik baleden uzaklaşmış, kendine has bir tarz yaratmıştır. Ancak müdürün ısrarlarına dayanamaz ve çok geçmeden, içinde dans, tiyatro, şiir ve müziği bütünleştirerek bir efsaneye dönüştüreceği Wuppertal Balesi’nin sanat yönetmeni oluverir.

Koza Tamdoğan


Bausch, Wuppertal’deki ilk oyunlarda nasıl bir tepkiyle karşılaştı?
Uff! İlk oyunlarında korkunç tepkiler aldı. Yuhalayanlar, küfredenler, domates atanlar… Bir tek seyirciler değil, dans eleştirmenleri de o zamana kadar denenmemiş bir şey gördükleri için karşı çıktılar Pina’ya. Ama Pina bütün bu tepkilere rağmen yaptığı tarzda ısrar etti.

Bausch’un tarzında bu kadar tepkiye yol açan farklar neydi peki?
Pina, Almanya’nın gelenek edindiği klasik balenin tüm çizgilerini kırdı. Klasik balede dansçı sahnededir, izleyici koltuklarda. Pina’nın oyunlarında ise dansçı sahneden iner, seyirciyle konuşur. Pina, dansçılarının klasik bale eğitimi almış olmalarını isterdi ama seyirciyle iletişimlerine de çok önem verirdi. O yüzden dünyanın farklı yerlerinden seçtiği dansçıların her birinin fizikleri, duruşları birbirinden farklıdır. Uzun, zayıf, toplu…

***
Pina Bausch’un oldukça enteresan başlayan dans kariyerinin parlaması da sahnesine türlü sebze, meyvenin atıldığı Almanya’da değil, Fransa’da sahnelediği Cafe Müller’le olur. Şöhreti yakaladıktan sonra, ülkesi Almanya da bir u dönüşü yaparak sanatçıyı bağrına basar ve yıllarca Berlin ve Düseldorf’a yerleşmesi için ısrarlı teklifler alır. Ama o, hiçbirini kabul etmez, ölene dek Wuppertal Tanztheater’ın başında kalır.

Pina Bausch neden bu cazip teklifleri değerlendirmedi?
Ünlendikten sonra yalnızca Almanya sahiplenmedi onu. Paris de yalvarıyordu Pina’ya, “gel buraya yerleş, burada aç tiyatroyu” diye. İlk döneminde yalnız Wuppertal kenti ona ve ekibine bu sahneyi verdiği için Pina ünlendikten sonra da Wuppertal’i hiç bırakmadı. Bütün oyunlarının açılışını da orada yapardı. Bu, onun ne kadar sadık olduğunu gösteriyor bence. İşin ilginç yanı, dünyanın her tarafından bütün dansçıları onun hatırına Wuppertal’e yerleşti. Ben de öyle yaptım.

***
Dünyanın dörtbir yanından gelen yetenekli dansçıların Wuppertal’e yerleşmesinde Bausch’un, “dansçılarının taptığı, başarılı koreograf” olmasının payı büyüktü kuşkusuz. Bausch hiçbir zaman dansçılara bir şey dikte etmez, onlara çok geniş bir alan bırakır. Tamdoğan’ın tabiriyle, “boş bir kağıtla başladığı oyunu, dansçılarla birlikte oluşturur”. Bausch mizah ve hüznü harmanladığı koreografilerini genellikle ülkeler ve şehirler üzerine yapar. “Cam Temizleyicisi”nde Hong Kong’tan, “Masurco Fogo”da Lizbon’dan, “Nefes”te ise İstanbul’dan ilham alır. Ölmeden önce hazırladığı son oyunu ise Şili üzerinedir. Pina Bausch çok sevdiği ve ayrı bir düşkünlüğünün olduğu İstanbul’dan esinlenerek oyun yapmayı kendisi ister ve bu fikrini İKSV’yle paylaşır: “İki sene sonra gelsek, bir oyun yapsak!”. Topluluk 2003’te İstanbul’a gelir. İki, üç hafta kaldıktan sonra Wuppertal’e dönüp oyunu çıkartır. “Nefes” adı verilen oyun 2004’te AKM’de sahnelenir. O kadar talep görür ki, ek bir gün daha sahnelenir.

Nasıl bir reaksiyon aldı oyun?
Büyük sükse yaptı. Üç, dört defa sahnelendi. Ama çok farklı şekillerde algılandı. Birçok insan beklediğini bulamadı. Çok sert buldular oyunu; “erkekler kadınlara baskı yapıyormuş gibi” dediler. Şöyle sahneler vardı mesela, bir kadının eteğinin altından 10 tane dansçı çıkıyor. Kadın, “benim anneannemin 10 tane çocuğu vardı” diyor. Bundan rahatsız olanlar oldu.

Bausch ne düşündü bu tepkilerle ilgili?
Pina hep şunu söyledi, “biz sadece üç haftada ne intiba edinirsek onu verebiliriz, sizin ülkenizi size nasıl anlatalım?”

***
Pina Bausch topluluğunun, Bausch hayatteyken yaptığı sözleşmeye uygun olarak 2010’da “Nefes”i ve yeni oyunları “Dolunay”ı AKM sahnesinde oynamak için yeniden ülkemize gelmesi söz konusu. Ancak, uzun süredir onarımda olan AKM, tadilat mahkeme kararıyla durdurulduğu için 2010’a yetişmeyecek gibi görünüyor. Bu durumda ekip, İstanbul’a gelip, oyunlarını sahneleyemeyecek. Üstelik ekibin henüz durumdan haberi yok.

Pina Baush ekibi neden oyunlarını başka sahnede oynamayı kabul etmiyor?
Herkesin bilmediği bir şey var. Sahne yalnızca bir kutu değildir. Tiyatro veya dans için becerikli; asansörleri olan, eşyaların rahat giriş, çıkış yapabileceği bir sahne lazım. AKM de dans için çok ideal bir sahne değil aslında ama İstanbul’da asansörlü tek sahne. Tüm sahne 25 metre aşağı iner. Nefes’te bir sahne var, yukarıdan aşağı su iner. Onu AKM’den başka hiçbir sahnede yapmanız mümkün değil mesela.

Peki onarım bitmezse, ki durum onu gösteriyor, n’olacak?
Pina Bausch Ekibi’yle tam iki yıl önce sözleşme yapıldı. Hatta 2009’da bile topluluk gelecekti ama tadilat olduğu için Pina anlayışla karşıladı. Buradan sonra da Atina için program yaptılar. Bu şaka değil. Böyle büyük bir topluluğu bağlayabilmek inanılmaz bir şanstır. Türkiye’de böyle büyük bir ekibi ağırlayacak sahne olmadığı için oyun oynanamıyor. Bence bu büyük bir skandal!

AKM’nin bitemeyen tadilatıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
AKM’nin tadilattan geçmesi şart. Sahnenin düzgün olması ve teknik aksaklıkların giderilmesi çok önemli. AKM’nin yeri doğru mudur, yanlış mıdır bunu mu tartışacağız yani? Eiffel Kulesi’nin yeri de yanlıştır belki. Yıkacak mıyız? Bunu tartışmanın zamanı değil! Evet, Taksim’in deniz manzarasını kapatıyor ama teras ya da restoran gibi bir şey yapılarak ona da çözüm bulunabilir. Bu gibi yerlerin halka açılarak, kullanışlı hale getirilmesine neden karşı çıkılıyor ki?