30 Mart 2010 Salı

"Erkekler, Aşk ve Sadakat"


"Mutlu bir evlilik için erkeğin aldatması şart. Aldatan erkek de karısını seviyor. Sevmediği için bunu yapmıyor. Sadece nefes almaya ihtiyaçları var. Kadınların, kocalarının evlilik dışı ilişkilerini hoş karşılaması, sağlıklı bir birlikteliğin işaretidir. Sadakat aşkın kanıtı değil, kültürel bir olgudur. Sadık erkekler çocukluk döneminde genellikle babalarının fiziksel ya da ahlaki olarak yanlarında olmadığı adamlardır. Bu adamlar babalık ve eşlikle ilgili idealize edilmiş fikirlere sahip."


Bu enteresan tezi buyuran kişi Fransa’nın oldukça popüler psikologlarından biri, Maryse Villant. Vaillant’ın, son kitabı “Erkekler, Aşk ve Sadakat” te (Men, Love and Fidelity) ortaya attığı tez, Avrupa’daki feministleri ayağa kaldırması ve büyük tartışma yaratması bakımından dikkate şayan. Ülkemiz gazetelerinin arka sayfalarını da periyodik aralıklarla işgal eden, “O da ne! Julio Iglesias 25 bin kadınla mı yatmış?”, “Şok! Warren Beatty 12 bin 775 kişiyle yattı” minvalinde toplumu pek alakadar eden, “poligamik” başlıkların nasıl ilgi gördüğü ve milleti şaşkınlıklara gark ettiği de malûm. İşin aslı, bu tip mevzularda sadece kendi düşündüğünü doğru belleyip tartışmak yersiz. Zira, aşkî durumlar hâliyle izafi durumlar. Ne ağızlardan çıkan sesin armonik olmasını ne de bir başlık altında toplumsal konsensusa varılmasını beklemek mümkün. Bu görüşü de oldukça makul karşılayanlar olacağı gibi, “kutsal aile ittifakına karşı çirkin bir saldırı” olarak değerlendirenler de olacaktır muhakkak. Madem konu üzerinde mutabakata varmak mümkün değil, işin ilmini hatmetmişlerden, konuya okur- seyirci mesafesinden bakmakla yetinen sade vatandaşa, toplumun farklı kesimlerinden insanlara tek eşlilik ve çok eşlilikle ilgili düşüncelerini sorduk. Yanıtlar muhtelifti; “Erkek aldatınca ilişki sağlam olur mu ayol?” diyen de oldu, “İnsanlar kendilerini zorla tek eşli hâle getiriyor” diyen de. Vaillant’ın meslektaşı Eda Arduman’sa konuya farklı bir açıdan temas etti: “Bu tip konulara erkeğin tarafından bakmak, o psikoloğa popülerite getirir.”

Lafı uzatmayalım, halka bağlanalım…

Sokak röportajları

Nihal Lafçı, 52 yaşında, evli:  “Adam aldatınca evlilik sağlam olur mu ayol?”

“Böyle şeylere karşıyım ama Türkiye’de böyle bir yapı var. Aldatılan çok arkadaşım var. Çoğu da kabul ediyor bu durumu ama ben anlamıyorum bunu. Ben kocamın beni aldattığını hissetmedim hiç. Hissetseydim, bir gün arkama bakmaz, giderdim. Asla affetmem. Bunu söyleyen kadına ne denir artık, bilemiyorum. Adam aldatınca evlilik sağlam olur mu ayol?”

Elvan Tursun, 32 yaşında, evli:  “Ben de karımı aldatmak isteyebilirim”

“Ben karımı hiç aldatmadım. Ama şu da bir gerçek ki, erkeklerin yüzde 80’i aldatıyor. Benim arkadaş çevremde de var böyle adamlar. Hanımından habersiz dost hayatı yaşıyorlar. Karılarını seviyorlar ama değişik bir ortam aradıkları için başka kadınlara gidiyorlar. İnsan her zaman değişik şeyler yapmayı sever. Bunu herkes bilir. Ben de isteyebilirim ileride ama karıma söylemem çünkü karım beni bırakır o zaman. Ben o psikoloğun söylediği şeylere bir erkek olarak katılıyorum ama Müslüman olduğumuzu düşünürsek bizim ülkemizde öyle şeyler olmaz.”

Özer Mutlu, 53 yaşında, evli:  “Karılarını aldatan arkadaşlarım var”

Aslında çok zor bir konu bu. Yani zor değil de, konuşması zor. Bir kere ben asla katılmıyorum o psikoloğun söylediklerine. Bence kadın da erkek de evli olduğu insana sadık kalmalı. Çevreme bakıyorum, eşlerini aldatan arkadaşlarım var ama karılarından saklıyorlar. Çünkü, bırakıp gitmelerinden korkuyorlar. Yani sanmıyorum ki, kocası onu aldatınca ‘aman ne güzel yapmış’ diyen kadın olsun.”

Sibel Özcan, 24 yaşında, evli:  “Kadın erkeğini elinde tutabilirse, erkek aldatmaz”

Bence her şey kadının elinde. Kadın erkeğine sahip çıkmayı, onu elinde tutmayı bilirse yani hem duygusal hem cinsel anlamda onu tatmin ederse, bir erkek kadını asla aldatmaz. Erkeğin gözünü her anlamda doyurmak lazım yani. Kocam beni duygusal yönden aç bırakırsa, ben de sevgiyi başkalarında ararım. Erkek de kadın da aldatabilir. Ben aldatılsam, tek gecelik mi uzun süreli mi diye bakarım. O beni aldatıyorsa mutlaka bende bir eksiklik vardır zaten.”

Emre Sağlam, 28 yaşında, evli:  “Erkek, aldatılmayı kabul eden kadına saygı duymaz”

“Saçma sapan bir şey bu. Türk toplumu yadırgar böyle şeyleri. Bir insan evliyse, ölene kadar eşine sadık kalması lazım. Seven insan aldatmaz. Gerçi seven insan da yapıyor, anlık geliyor herhalde! Ben böyle bir şey yapsam, eşim asla buna göz yummaz. Zaten aldatılmayı kabul eden bir kadın, kocasının gözündeki değerini kaybeder. Erkektir, yapar diyen kadına kocası da saygı duymaz. Onurlu olmak lazım.”

Nur Bilen, 32 yaşında, bekâr:  “Vallahi direkt boşanırım”

“Çok yanlış bir görüş bu. Ben evli değilim ama eşim böyle bir şey yapsa vallahi direkt boşanırım. O psikolog herhalde cinsel ihtiyaçlarını gidermeleri açısından bırakın demiş ama o durumda da kadın kendini eksik hisseder. Kendine saygı duyan insan buna göz yummaz bence.”

Gül Güler, 39 yaşında, bekâr:  “Hastalarla vakit geçire geçire delirmiş herhalde”

“Feminist biriyim. O psikoloğa katılmıyorum ben. Bu bir kişilik meselesidir. Bir erkeğin ya da kadının aldatması yanlış. İnsanın karşısındakine sevgisi, saygısı varsa aldatma olmaz. Ben bunu bilir, bunu söylerim. Aldatanın kendi zayıflığıdır o. Ben bu yanlışı asla kabul edemem. Psikologluğundan da şüphe ettim. Hastalarla vakit geçire geçire delirmiş herhalde.”

Yaprak Özkan, 22 yaşında, bekâr:  “Herkesle birlikte oluyor ama benimle evlendi”

“Bence, bazı kadınlar kocalarının onları aldatmasından memnun oluyor. ‘Herkesle birlikte oluyor ama benimle evlendi’ gibisinden. O benim deyip, gözünde büyüten kadınlar var yani. Bu yazar da bu kadınların çoğunlukta olduğunu araştırıp, yazmıştır. Biz bunu araştırmadan bilemeyiz değil mi? Ben tabii ki de kabul etmem böyle bir şeyi. Bunu kabul etmek ikinciye davetiye çıkartır. Ben, demek ki beni sevmiyor derim.”

Yusuf İstanbul, 30 yaşında, bekâr:  “Kadının da, erkeğin de birbirine sadık olması lazım”

“Katılmıyorum o kadına. Benim altı tane kız kardeşim var. Onların başına böyle bir şey gelmesini istemem. Onlar kabul etse, ben karşı çıkarım. Ben de öyle bir şey yapmak istemem. Yapanlara da karşı çıkarım. Mutlu evliliğin şartı erkeğin aldatması değil, tam tersine bayanın da bayın da saygı çerçevesi içinde birbirlerine sadık olmasıdır. “

Hülya Koçyiğit-Oyuncu:  “Facia bir durum, Allah kimseye yaşatmasın!”

“Tabii ki tek eşliliği savunuyorum ben. Bizim bir atasözümüz vardır: ‘Kadın evinde hanımefendi, yatakta eşinin sevgilisi, mutfakta aşçı’ gibi bir şey. Bazı kadınlar evlendikten sonra kocaları artık başka hiçbir kadını görmeyecekmiş, güzel bulmayacakmış gibi kendini salıyor. Eşini, evlendikleri dönemdeki cazibesiyle, cilvesiyle, güzelliğiyle göremeyen erkek de özlediği şeyi dışarıda aramaya başlıyor. Tabii bu kadın için de geçerli. Erkeğini eskisi gibi zinde, kibar ve düşünceli görmek istiyor kadın da. Eğer eşler, bu manevi ihtiyaçları karşılıklı olarak tatmin edebilirlerse dışarıda aramaya gerek duymaz. Ama ne olursa olsun, aldatma kabul edilemez. Hayatta her şeyini paylaşırsın ama eşini asla! Eşlerden biri paylaşma noktasına gelmişse, ilişki gerçekliğini kaybetmiş demektir. İşte onu onarmak zor. Facia bir durum, Allah kimseye yaşatmasın öyle bir şey. Çiftlerin evlenmeden önce birbirlerini iyi tanıması lazım.”

Kenan Işık-Oyuncu:  “Tek eşliliğe zorlanıyoruz”

İçinde yaşadığımız dünya, bizim mutlu yaşayabilmemiz için ince hesap edilerek inşa edilmiş. Bilim bunu henüz çözmüş değil. Bu tasarlanmış dünyada yaşarken, öncesinde ne var ne yok bilmiyoruz. Süreç işlerken insan unsuru devreye giriyor. İnsan unsuru devreye girdiğinden itibaren dünyayı yaşanmaz hâle getirme eylemleri de sürüyor. Biz dünyayı değiştireceğimize kendimizi değiştirsek, dünyaya uyum sağlamak adına, sorun kalmayacak. Ama biz dünyayı ve ilişkilerimizi değiştiriyoruz. Konumuz eril olanın poligamisiyse, sadece insan olarak ele almamak lazım, hayvanat ve bitkiler âlemi de var. Bir aslan klanına baktığımız zaman, bir tek aslanın bütün dişileri döllediğini görüyoruz. Başka bir erkek aslan buna niyet ederse, o aslanla mücadele etmek zorunda kalıyor. Bunu becerebildiği zaman da klanın erkeği o oluyor. Bu maymunlarda da biraz böyle. İnsanlarda, ilkel-komünal toplumlara baktığımız zaman kadınların ve erkeklerin tekeşlilik gibi bir durumu yoktu. Komün hayatı vardı. Erkekler ya da kadınlar beli periyotlarda cinsel ilişkiye giriyordu. Çocukları oluyordu. Çocuk kimden, bilinmiyordu. Ta ki, çocuğun kimden olduğu sorusu ortaya çıkana kadar. Nasıl ortaya çıktı bu? Miras denen bir şey var, öyle çıkmış olabilir. Evlilik dediğimiz kurum, nelerden etkilenerek var oldu? Gerekçeleri neydi? Bunu iyi araştırmak lazım. Tek eşlilik modasını kendimiz mi yarattık yoksa doğa mı böyle? Hayvanlarla bitkilere baktığımız zaman doğanın böyle olmadığına dair izlenimler edinebiliyoruz. Biz süreç içinde entelektüel bir ahlak geliştirdik. Bunun içinde miras var, genetik var, yani çocuğu bilmek var. Ayrıca ırkları ayırmak gibi faşizan bir durum da var. Bu ve benzer sebeplerden dolayı tekeşlilik önemli hâle geldi. Her ülkede farklı bu durum. Bizim toplumumuzda, özellikle Doğu’da, bir erkeğin dört kadınla birlikte olması yadırganmıyor. Daha doğrusu 50 yıl önce yadırganmıyordu da şimdi biraz garip gelmeye başladı. Demek ki tekeşlilik bize dışarıdan empoze edilen bir ahlakla bağımlı. Niçin empoze edildiğinin de bir sosyolojik altyapısı var. O Fransız psikolog bugün neden öyle bir şey yazmış? Fransa’da üçlü hayat vardır, Fransız üçlemesi denir hatta buna. Orada meşrudur. Fransız bir psikologla Doğulu bir psikoloğun duruma bakış açıları nasıldır? Onu belirleyen altyapı nedir? Hem bilimsel hem sosyal altyapı… Duruma buradan baktığımızda bir karmaşa var. Tibet’te mesela bir kadının dört erkekle birlikte olmasının yadırganan bir durum olmadığı söylenir ama burada mümkün değil. Demek ki toplumların yaşama biçimleri, gelenekleri, din hatta yasalar belirliyor bunu. O yüzden erkeğin doğasında poligami olup olmadığını sorgulamak karışık. Ama dediğim gibi, ilk insanlara baktığımız zaman bunun böyle olmadığını görüyoruz. Demek ki tekeşliliğe zorlanıyoruz.
Müge İplikçi-Yazar:  “‘İşin sırrı bu’ formüllerine şaşırıyorum”

“Dünya üzerinde gittikçe muhafazakârlaşan bir yapı var. Bunu 20, 30 yıl daha çekeceğiz, o kesin. 20 yıl önce çok daha hararetle, zihin açıcı ve devrimci bir üslupla tartışılıyordu bu konular ve hâlihazırdaki sistemi beslemek adına yapılmıyordu. Hemen her şeyin çağa özgü suni bir doğallaştırmayla 'işin sırrı bu!' formüllerine indirgenmesine gerçekten şaşırıyorum.”

Serdar Turgut-Gazeteci:  “Çokeşlilik kadının doğasında da var”

“Psikologların hemen hemen tümü sorunlu olduğunu düşündüğü erkeklere evlilik dışı ilişkiyi deneyip denemediklerini sorar zaten. O psikoloğun ortaya attığı varsayım yeni bir şey değil yani. Ama bu çok tek yönlü bir bakış açısı olmuş. Çokeşlilik erkeğin doğasına uygun olabilir ama kadının doğasında da var. Bence evlilik insan doğasına aykırı zaten. Bunu düzeltmenin de yolu yok. Belki doğasında var erkeklerin, çekime karşı koyamıyor olabilir ama bu kadar basit değil. Karısını aldatmak erkeği de ruhsal açıdan etkiler. Severek evlendiği insanı aldattığında erkek kötü hisseder kendini.”

RÖPORTAJ: Nilüfer Kas “Röportaj verme sanatı”nı öğretiyor


Fotoğraf: Münhan Çınar

Pop-art üstadı Andy Warhol “Gelecekte herkes 15 dakikalığına meşhur olacak” kehanetinde bulunurken tam olarak bugünü kastetmiş olsa gerek. Malûm, bugün kafamızı ne yöne çevirsek bir mecra; hangi mecraya gözümüz, kulağımız takılsa başka bir ses, başka bir görüntü… Haber bültenlerinde muhabirin arkasından eşine, dostuna el sallayanlardan, internet sitelerine kendi videolarını yükleyenlere kadar hemen herkesin kısa süre de olsa şöhrete kavuştuğu bir dönemden bahsediyoruz ne de olsa. Bu durumda, hayatlarımızda kocaman bir alanı işgal eden medyaya fazla önem atfetmemek de mümkün gözükmüyor. Birileri farkında olsa da olmasa da bu kadar çok izleyen varken neyi, nasıl söylediğiniz, her şeyden önce kendi isminize halel getirmemek için büyük önem taşıyor. Yıllarını gazeteciliğe adamış biri olan Nilüfer Kas uzun süre türlü insanla röportaj yapıp, muhtelif yanıtlarla karşılaşması vesilesiyle bu durumun farkında olduğundan, ekran karşısında ya da yazılı basında konuşacak kişilere, “neyi nasıl söylemesi, neyi niçin saklaması gerektiğini” öğretiyor.
Kas’a şimdilik yalnızca büyük şirketlerin yöneticileri geliyor ama her ânını kamera karşısında “önemli” demeçler vermekle geçiren şöhretli isimlerin de en azından kendilerine maruz kalanların fiziksel ve ruhsal gelişimini düşünerek kendisine başvuracağı günler yakın görünüyor. Kim bilir; belki yarın, belki yarından da yakın…


*Üst düzey yönetici olmak başlı başına iletişim becerisi gerektiren bir şey. Neden gerek duyuyorlar bu eğitimi almaya? Korkuyorlar mı gazetecilerden?

Gazetecilerden korkmuyorlar. Sadece yaptıkları işlerin mesajlarını karşı tarafa doğru şekilde aktarmak istiyorlar. İletişim becerisi, gazeteciyi ağırlamanızda önemli ama röportaj çok ayrı bir tecrübe gerektiriyor. Röportajı yapıyor, ertesi gün çıkan haber onu mutlu etmiyor. “Ben bunu demedim, yanlış aktarıldı.” Aslında sorun gazetecide değil. Kendisi yanlış aktardığı için sonuçtan memnun olmuyor. Fakat günah keçisi her zaman gazeteciler.

*Talep çok mu?

Aslında herkes istiyor ama birçok kişi bunu tecrübeleriyle yapmak istiyor. Ben bu işin altından kalkarım diyerek. Ben konuşmayı biliyorsam bunu da yaparım diyorlar. Aslında hitabet başka, gazetecilerle konuşmak başka bir şey.

*Sizden ders alan yöneticiler bunu çevrelerinden saklıyorlarmış. Bu eğitimi almaktan utanıyorlar mı?

Hayır ama sonuçta onların gizlilik taleplerine saygı duyuyoruz. Nedenini de söylemiyorlar ama uygun görmüyorlar. İnternet sitemizde şirket isimlerini yayınlamamıza bile kesinlikle karşı çıkıyorlar.

*Bu kadar çok iş yaparken reklamınızı yapamıyorsunuz yani. İşlerinizi etkilemiyor mu bu durum?

Gazeteciler de öyle değil midir? Yıllarca alıştığım için bana garip gelmiyor herhalde. İşin mutfağında bir şeyler yaparsınız ama starlar hep başkadır.

*Ama gazeteci yaptığı işin altına imzasını atar…

Evet imzanız yayınlanır. Burada sizi tatmin eden… Birbirlerine söylediklerini biliyorum. Bizden haberdar ediyorlar birbirlerini.

*Neden yıllarca başarıyla sürdürdüğünüz gazeteciliği bırakıp medya koçluğuna başladınız peki?

Bir arkadaşım böyle bir ihtiyaç olduğunu söylemişti, özellikle şirket yöneticileri için. Neden yapmıyorsun dedi. Düşündüm ama çok kolay değil bildiklerini aktarmak. Bir şeyleri biliyorsunuz, tecrübeniz var ama ne kadarı karşı tarafın işine yarar? Nasıl aktarırsın? Bu işin asıl önemli kısmı aktarmadan çok uygulaması. Bu işin nasıl yapıldığını gerçek simülasyonlarla gösteriyoruz. Kameramanımız bize sabahtan akşama kadar eşlik ediyor. Eğitime başlamadan önce 15, 20 dakikalık bir canlı yayın simülasyonu yapıyoruz. Bu da süreci belirleyen uygulama oluyor. İyi bir röportajda karşı tarafın eksiklerini ortaya çıkarabilirseniz, bildiklerinizi ihtiyacı olduğu şekilde aktarabilirsiniz.

*Eğitim verirken sizi çok şaşırtan ya da güldüren durumlar oldu mu?

Birine şöyle sordum. Hem bir şirketin CEO’suydu hem de sanayi odasının başkanlığını yapıyordu. “Çalıştığınız yerin halka zararı olduğu düşünülürse, tercih yapmak zorunda kalsanız sanayi odası başkanlığını mı şirketin CEO’luğunu mu tercih edersiniz?” Tabii ki şirketimden yana kullanırım dedi sonra elini yüzüne kapattı, eyvah dedi. Dedim ki, şu cevabı bir gazeteciye verseniz anında sanayi odasından atılırdınız. Çok büyük bir gaf yaptım. Dilime hâkim olmam gerekiyor dedi. Kadınlarda da giyimle ilgili sıkıntılar var. Mesela anvelop etek giymiş biri. Tüm röportaj boyunca etek açılmasın diye eli hep eteğin kapağındaydı. İzlediğinde kendisi de çok rahatsız oldu.

*Size gelenlerin ortak sıkıntısı ne?

Yılların tecrübesiyle her şeye hâkim olduklarını düşünüyorlar. Ego çok yüksek. Öyle de olması lazım tabii. Bazen şunu da yapıyorlar, tüm bilgilerini karşı tarafa aktarmaya çalışıyorlar. 10 cümlede anlatabileceği konuyu uzatıyor. Sonuçta gazeteci işin içinden çıkamıyor. Oysa net olmak çok önemli. Bir de işin şehvetine kapılıp çok konuşup sonradan pişman olanlar var. Dost sohbeti zannedip, vermemesi gereken bilgileri veriyorlar.


“Demet Akalın korkunç”

*İş adamları en azından ayda yılda bir medyaya çıkıyor. Bir de her an tüm medyaları işgal etmeye çalışan ünlüler var. Bizim ruh sağlığımız açısından, asıl onların alması gerekmez mi bu eğitimi?

Onların böyle bir isteği olduğundan emin değilim. Doğru algılanmak gibi yani. Çünkü şöyle düşünüyor: Konuşurum, popüler olurum. Ne kadar çok hata yaparsan o kadar çok konuşulursun. Birçoğu da bunu özellikle yapıyor. Tartışılmak istiyor.

*Kamera karşısında çok dikkatsiz konuştuğunu düşündüğünüz ünlüler var mı?

Demet Akalın mesela korkunç. Hülya Avşar bilinçli, tartışma yaratmak için konuşuyor. Tuba Ekinci de öyle. Ben siyasilerin eğitim alması gerektiğini düşünüyorum daha çok. Özellikle parti sözcüsü konumundakilerin.

*Parti sözcülerinde böyle bir eksiklik olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Evet.

*Periyodik olarak gaflarıyla gündem yaratan başbakanla ilgili ne düşünüyorsunuz?

İrticalen konuşmuyorsa çok başarılı ama irticalen konuşuyorsa yani metne bağlı değilse çok başarısız. Ama bu bizim için çok güzel. Çünkü haber çıkıyor. O bu kadar gaf yapmasa gazetecilere nereden haber çıkacak?

*Sizden eğitim alsa, kendisinde tamamlamak isteyeceğiniz en önemli eksikler neler olur?

Karşı tarafı kontrol etmeye çalışmak. Başbakanın en büyük handikapı bu. Her zaman karşı tarafı kontrol etmeye çalışıyor. Kendini kontrol etse şu âna kadar o çok tartışılan konuşmaların hiçbiri yapılmayacaktı. Birsürü gafı var. Neredeyse metinsiz yaptığı her konuşmada bir gaf yapmış.

*Ama bu durum halkın gözünde “içimizden biri” imajı yaratıyor, insanların hoşuna gidiyor galiba.

Kesinlikle. Doğal olduğunu düşünüyorlar çünkü. Nedense doğallık, hata yapmak halkın hoşuna gidiyor. Hatırlıyor musunuz? Bakan Faruk Nafiz Özak, başbakanın yerine konuşma yaptı, medya önüne hazırlıksız çıktı. Yaklaşık altı dakikada 12 bardak su içmişti. Hazırlıksız çıkmakla ilgili en iyi örnekti. İnanılmazdı. Demek ki medyanın karşısına çıkarken hazırlıklı olacaksın yoksa internet sitelerinde en çok izlenen videolardan birisi olursun.


Nilüfer Kas’a göre:

Yılmaz Erdoğan: Röportajı tersine çevirme ustasıdır. Bir bakarsınız, o soruyor, siz yanıtlıyorsunuz!

İlhan Kesici: Bir gazeteciyle neden konuştuğunu, hangi mesajları vereceğini her zaman bilir. Her zaman gazeteciyi etkileyen, ağzından çıkan her sözü mutlaka yazmalıyım dedirten, vicdanına dokunan bir yanı, çok tatlı, anlaşılır bir dili vardır. Üç günlük muhabir de olsa köşe yazarına gösterdiği saygıyı gösterir.

Cem Boyner: Röportajcı ne sorarsa sorsun, önce kendi söylemek istediğini anlatır. Uzun yanıtlar verir ama sonunda satır aralarına gizli çarpıcı cümleler koyar. Şahane bir röportajla yanından ayrılırsınız.

Deniz Baykal: Röportajlarına bu kadar hazırlıklı gelen bir başka siyasetçi daha yoktur. Sorularınızdan en az beşini tahmin edip, yanıtını bile hazırlamıştır. O yüzden iki kere hazırlık yapmanız, tahmin edemeyeceği soruları sormanız lazımdır. Yoksa sağ gösterip, sol vurur.

8 Mart 2010 Pazartesi

RÖPORTAJ: Yeşim Ceren Bozoğlu “Oyunculuk gezegeninden geldim”


Fotoğraf: Leyla Yaman

*Oyunculuk yoluyla İngilizce öğretme fikri nasıl ortaya çıktı? Türünün ilk örneği mi, halihazırda yurtdışında var olan bir uygulama mı yoksa?

Türkiye’de ilk defa olan bir şey. Oxford House College gibi bir kurumun drama yoluyla İngilizce öğretmesi ilk defa oluyor. Fikir de şöyle ortaya çıktı. Ben zaten yıllardır hocalık yapıyorum. Onun dışında burası yeni kurulan ve profesyonellik anlamında çok ciddi çalışan bir kurum. Birsürü farklı yöntem deneyerek, farklı yaş gruplarıyla çalışıyorlar. Biz biraraya geldiğimizde onlardan gelen teklif sonucunda bir sinerji oluştu. Projeyi de beraber hazırladık zaten. Şimdi ön hazırlıklarımız, kurs kayıtlarımız devam ediyor.

*Oyunculuk yoluyla yabancı dil öğrenmek çok eğlenceli ama bir o kadar da zor görünüyor. Nasıl bir yöntem uygulayacaksınız?

Yeni başlayanlar da, orta seviyede İngilizce bilenler de olacak. Onlarla beraber dersler İngilizce olarak devam edecek. Sonunda da İngilizce bir tiyatro metni sahnelenecek. Şu an son kararımız gibi gözüken, Grease müzikali. Kursa katılanlarla çıkaracağız oyunu. Zaten drama ve oyunculuk günümüzde birsürü insanın ilgisini çekiyor. Bunu İngilizce öğrenmenin şöyle bir faydası var. Duyguyla öğrenilen bir şey asla unutulmuyor. Cümle yapısı anlamında da böyle. “Bir dili iyi konuşmak o dilde kavga edip, sevişebiliyorsan mümkündür” derler ya hani, dolayısıyla sahici duyguyla kullandığın dille drama birleştiği zaman, çok faydası olacak bence. O yüzden insanların bir tekst üstünde profesyonel bir oyunculuk metoduyla çalıştıkları yerde hem İngilizceleri gelişecek hem de oyunculuk anlamında yeni şeyler öğrenecekler. Herhangi bir İngilizce dersinden daha unutulmaz olacaktır öğrendikleri.


“Dalga geçseniz de oyuncu koçluğu çok saygın bir iş”


*Sadece oyunculuk yapmıyor, oyuncu olmak isteyenleri de eğitiyorsunuz. Oyuncu koçluğu da ilk sizinle duyulmuştu değil mi?

Bu işi ilk yapan ben değilim ama benimle çok anıldı bu meslek. Ben Dokuz Eylül Üniversitesi Oyunculuk mezunuyum. Okuldan mezun olmadan önce öğrencilerin konservatuar sınavlarına hazırlanmalarına yardımcı oluyordum. Meral Abla (Okay) bunu görünce, sette de böyle bir ihtiyaç olunca bana böyle bir teklifle geldi. Benim ilk koçluk yapmaya başlamam böyle oldu. Ama şu anda yapmıyorum. Tek kişiyle çalışmak yerine gruba devam ediyorum.

*Bir dönem oyunculuk koçluğu pek ciddiye alınmadı, meslekle epey dalga geçildi. Belki de Türkiye’de yeteneği olmadığı hâlde oyuncu olacağım diye diretip, oyuncu koçunun sihrine güvenenlerin çokluğundan kaynaklanıyordur bu. Eski mesleğiniz de olsa savunma ihtiyacı hissediyor musunuz hiç?

Yurtdışında oyunculuk koçluğu dediğimiz şeyin tam karşılığı, futbolla alakalı olduğumuzdan oradan örnek veriyorum, antrenörlüktür. Dalga geçseniz de geçmeseniz de bu çok ciddi bir iştir. Bunun okulları var ve Oscar alan birsürü oyuncu, Anthony Hopkins’inden Meryl Streep’ine, Tom Cruise’una varana kadar, bir sinema filmine veya tiyatro oyununa antrenörleriyle çalışırlar. Bu iş Türkiye’de, evet mesleğe yeni başlayan insanlara yardım etmek üzerinden gitse de, oyuncu koçluğu dediğiniz şey yurtdışında son derece ciddi ve saygın bir meslek. Burada da aslında çok saygın bir iş olduğunu düşünüyorum. Bir yapımcı güzel surat ister. Birsürü insan bu mesleğe güzel fizikleri için girerler ama geliştirmek anlamında o kişi veya yapımcı böyle bir şey tercih ediyorsa bence bu son derece akıllıca. Ben de sinema filmi ya da tiyatro oyunu öncesi bana koçluk yapabilecek arkadaşlarımla çalışıyorum.

*Siz de mi koçtan destek alıyorsunuz?

Tabii ki. Oyunculukta çalışmak dışında işinizi mükemmelleştirmenin başka yolu yok. Çünkü oyunculuktaki başarı zaten tesadüfi değil. Oyunculuk koçu ne yapar? Tekst’i alır, deşifre eder ve o rolün sete çıkana kadar yapması gereken ev ödevlerini beraber yaptırır. Çünkü maalesef oyunculuğa tek başınıza çalışamazsınız. Sizi dışarıdan gözlemleyen bir üçüncü göze ihtiyacınız vardır. Bu anlamda kanaviçe işçiliği gibi bir şey oyunculuk. Öyle “ben güzelim, yetenekliyim” demekle olmuyor.

*Türkiye’de işlerin tam da böyle yürüdüğünü düşünmüyor musunuz; “hem güzelim / yakışıklıyım hem de yetenekliyim” formülüyle?

Hayır. Hiçbir yapımcı, bir kadını sadece güzel olduğu için bir filmde ya da dizide oynatmaz. Zaten seyirciden geri dönüşü olmaz o işlerin. Televizyon dünyası için söylüyorum, anında gönderiyorlar başarılı olmayanı. Televizyon dizilerindeki oyunculuk bir noktada tolere edilebilir bir şey. Hiç konuşamayan birini seslendirmeyle kotarabiliyorsunuz. Birsürü örneği var bunun. Sinema bambaşka bir oyunculuk bilgisi ve birikimi gerektiriyor ama asıl er meydanı neresi derseniz, tiyatro. O anlamda televizyonun çok ciddi bir iletişim aracı olduğunu düşünüyorum ama orada sanat yapmak bizatihi yapısı itibariyle mümkün değil. Çünkü TV kuruluşları reklamla dönen, ticari kuruluşlardır. Vasat ve ortalamanın gerektirdiklerini karşılarlar.


“Hocam, sizinle ders yapmak radara binmek gibi”


*Oyunculukla ilgili birikimlerinizi başkalarıyla paylaşıp onların da iyi oyuncular olmaları için çabalıyorsunuz. Özetle, “formül”ünüzü veriyorsunuz. Egolarınızdan arınmış olma durumu mu söz konusu?

Tam tersine ben egomun herkesten daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Çünkü bunu özellikle öğretmenler çok iyi bilir. Öğrencinin başarısı kendi başarısından on kat daha fazla keyif veriyor insana. Çok sağlam bir mutluluk bu. İnsan kendini hayata kazık çakmış gibi hissediyor, gol atmış gibi hissediyor. Verdiğin şeyin tamamlanıp, üretime geçtiğini görüyorsun. İnsan kendi başarısı karşısında mütevazı duruyor ama öğrencinin başarısında şımarıkça mutlu oluyorsun.

*Önce Doktorlar’da Fikret, akabinde Geniş Aile’de Sevim… Dizilerdeki rollerinizden sonra eğitici olarak da talep arttı mı size?

Yani benim o anlamda kariyerim… Üniversite yıllarında da en çok tercih edilen hocaydım Allah’ıma şükürler olsun.

*Niye bu kadar seviyorlar sizi?

Bu başarıyla ilgili bir şey bence. Çünkü benim çalıştırdığım öğrenci konservatuar sınavını kazanıyor. Bu kadar basit. O yüzden sürekli bu talep vardı bana bu konuda. Ama buradaki işte, Sevim çok sevilen bir karakter olduğu için onların beni seçmelerinde belki bir etkendir ama onun dışında her konservatuarda her oyunculuk bölümü öğrencisinin üç öğrencisi varsa benim 15 öğrencim oldu yani. Ben oyunculuğun eğlenmeden yapılabilecek bir şey olduğuna inanmıyorum. Oyuncuların cezai ehliyeti olduğunu biliyorum. O anlamda ben sahnede bir öğrencinin egosunu tavana da vurdurup, yerin dibine de sokabiliyorum. Ama bunu yaparken canını acıtmadan yapıyorum. Bir öğrencim, “Hocam sizinle ders yapmak radara binmek gibi. İnsanın içi kalkıyor ama bittiğinde kahkahalar atıyorsun.” Evet, bağımlılık yaratıyor derslerim.


“Siyasi ideoloji anlamında konuşmak ahmakça”



*Bir de paşa torunuymuşsunuz siz. Siyasete karşı genlerden gelen bir ilginiz yok mu? Politik duruşunuzu merak ediyorum…

Benim politik duruşum çok net. Bireysel devrime inanıyorum. İnsanların kişisel olarak ruhlarını terbiye etmeden başkalarına faydalı olamayacaklarına inanıyorum. O yüzden de bireysel devrim yapabilmek için sanatın en önemli silah olduğunu düşünüyorum. O anlamda benim silahım politikacılarınkinden güçlü. Çünkü ben oynadığım bir rolde, söylediğim bir sözle insanların ruhunu değiştirebilirim. Bir politikacı bunu miting alanında ne kadar yapabilir? Çektiğiniz sinema filmiyle, yaptığınız oyunla, yetiştirdiğiniz öğrenciyle örnek oluyorsanız ve insanlar sizi takip edip, daha iyiye gidiyorlarsa bu çok politik bir şey. Çünkü politika zaten yaşam sanatı demek. Ama siyasi ideoloji anlamında konuşmayı da ahmakça bulurum. Çünkü ben Türk bayrağının altında yaşayan herkesle kardeşim. Herkese söyleyecek sözüm var. Herkesten de beslenmek istiyorum. Ben üçüncü gezegenden, oyunculuk gezegeninden geldiğim için herkesle mesafem eşit.

*Başbakan sanatçılarla demokratik açılım sohbeti yaptı geçtiğimiz haftalarda. Sırada ülke gündemiyle ilgili sinema sanatçılarıyla sohbet var. Katılmayı düşünüyor musunuz? Ülke yönetimiyle ilgili talepleriniz neler?

Şöyle bir şey var. Ben politikayla ilgili bir fotoğrafın içinde olmak gibi değil de mesela Altın Portakal Film Festivali’ne gittiğimde bir sinema platformu oluşturuluyor biliyorsunuz ve çok önemsiyorum ben onu. Önümüzdeki yıllarda Türkiye’deki sinemanın nereye gideceğiyle ilgili bir şey. Devlet desteği üzerinden çok önemli kurumsallar var. Telifler var, yapılan yardımların nasıl gerçekleşeceğiyle ilgili sorunlar var. Sektörden ve üreten bir insan olarak iletişime geçmeyi tercih ederim. Politik bir şeyin içinde olmayı tercih etmem ama.

*Türk sinemasının problemleri bir yana, önlenemez yükselişi de dikkat çekici. Ne düşünüyorsunuz bununla ilgili?

Sektörel anlamda üretim artışı iyi bir şey ama bir yandan da sanat filmi ve ticari film arasında ara gişe filmleri de yapılması gerekiyor. Sinema çok pahalı bir iş. O anlamda yapımcıların ve seyircinin küsmemesi için iyi işlerin çıkması gerekiyor. O zaman daha sağlıklı işler türeyecektir. 70 tane film giriyor ama gişe anlamında kendini kotarabilen film sayısı sekizi geçmiyor. Bu ekonomik anlamda dezavantaj. Yabancı film konusuna gelince, seyirci gerçekten seyretmek istediği filmin peşine zaten düşecektir. Festivaller de artmaya başladı. Sadece üç şehir üzerinden düşünmeyelim. Birsürü yerde sinema festivalleri oluyor. Kısa metraj konusunda da çok ciddi atakta Türkiye. Türk filmlerinin yabancı filmler karşısında daha fazla vizyon şansı bulması iyi oldu. Seyirci garantisi olan filmler zaten geliyor mutlaka.

*Siz bu sene herhangi bir filmde yer alacak mısınız?

Yusuf Kurçenli’nin çektiği “Yüreğine Sor” Mart’ta, “Bahtı Kara” da Mayıs sonu vizyona girecek. Tamamen doğaçlama bir film bu. Bursa’da En İyi Film ödülünü aldı.

RÖPORTAJ: Tuluhan Tekelioğlu "Bu Kadınların Başına Buyruk Tavrı Baştan Çıkarıcı!"


*Bu proje 30 ya da 35 değil, 40 yaş kadınının keşfi gibi. 40’ın alamet-i farikası ne?

30’larında pek çok şeyin farkına varmayarak geçiyor hayat. Çocuğunuzla meşgulsünüz, çocuk varsa eğer. Eşinizle meşgulsünüz. Bir hayat rutiniyle koşuyorsunuz. Dolayısıyla o yaşlar yoğun geçiyor. Tabii farkına varma eşiği bazısında 35 de olabilir, 30 da. Ama öyle bir eşik var ve ortalama 40. 40 öyle kudretli bir sayı ki, üzerinde düşünülerek yapılan seçimler, bu yaşta hayata geçmeye başlıyor. Bir can suyu gibi hayata akıyor. Kadınlarda hayatlarına bir anlam kazandırma çabası başlıyor. Bu kadınların başlarına buyruk bir tavır içine girmeleri baştan çıkarıcı. Kısacası 40 yaşına gelen kadın, “kendim için ne yaptım?” diye soruyor.

*Onca yıldan sonra onlara bu soruyu sorduran ne?

Bu çok tuhaf bir durum. Şöyle söyleyeyim sana, acayip bir cesaret. Hayatın ortasına geldiklerini ve çok az zamanlarının kaldığını düşünüp, kendilerini uygulamaya başlıyorlar. 40’ın bir bilgeliği ve olgunluğu var. Bir savaş yok artık içlerinde. O savaşı yaşamışlar ve kendileriyle barışmışlar.

*Kendisiyle barışık kadınların hayatlarındaki en belirgin şeyler ne peki?

Bir, çocuk sahibi olmak. İki, evlilik. Biri diyor ki, bu yaşa kadar evlenmeseydim ağırıma giderdi. Üçüncüsü, erkekler.

*Projenin ana teması da aşk ve erkekler mi?

Asıl konu farkındalık; ben kendim için ne yapıyorum? Kadın olma durumunu ele aldım. Çünkü pek çok kadın cinselliği bile erkekler üzerinden tanımlıyor Türkiye’de. Yani kocası üzerinden konuşuyor kendi cinselliğini, kendi kadınlığını. Anlatabiliyor muyum? Şunu fark ettim; bir muhafazakâr yazar bile, “Ya, 35 yaşıma kadar feministmişim. Silkelendim bu durumdan. Bir dakika, ben kadınım! Kadınlığımı çıkarttım ortaya. Nasıl ben eve geldiğimde kadın gibi kırıtan bir erkek istemiyorsam, erkek de erkek gibi bir kadın istemiyor” dedi.


“Kocama âşık değilim, bunu ona itiraf edebilirim”



*Proje için seçtiğiniz kadınların farkı, hemcinslerinin cesaret edemediği şeyleri yapıyor olmaları mı?

Evet, tabii. Konuştuğum kadınlar güçlü kadınlar, hayatın dizginlerini kendi eline alan kadınlar. Mesela bugüne kadar kocasının baskısı yüzünden evden çıkıp okuma yazma öğrenememiş ama 40 yaşında resti çekmiş, ben artık altın günlerine gitmek istemiyorum deyip defterini kalemini alıp, okuma yazma kursuna gidenler de var. Beşiktaş’ta okuma yazma bilmeyen kadınlar var. 2010’un Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul’da şu an kendinin farkına varan kadınların durumu böyle. Eğer bu belgeseli erkeklerle yapmış olsaydım, 40 erkekle, bu kadar renkli olacağını hiç zannetmiyorum. Gazi Mahallesi’nde hem Kürt hem Alevi, iki çocuk annesi bir kadın bana dedi ki: “Artık kocama âşık değilim. Bunu da ona itiraf edebilirim.” Ne yüzünü kapattı, ne kendini sakladı.

*Yoksul mahallede yaşayan bir kadından bahsediyoruz. Ekonomik bağımsızlığını eline almadan mı vermiş bu kararı?

O zaman kadar çalışmamış ama kocası felç olunca çalışmak gerektiğini anlamış. Kocasına destek olmak için çalışmaya başlamış yani. Sonra ne olmuş biliyor musun? Açık öğretimi kazanmış ve üniversiteyi bitirmiş. Sosyal hizmet kurumlarında, sosyal hizmetli olarak görev yapıyor şimdi.

*Bu radikal değişiklikleri yaparken yanlış anlaşılacaklarını düşünmüyorlar mı peki? Kaygıları yok mu?

Hayır, hiçbir şey umurlarında değil. İster yanlış anlaşılsın, ister anlaşılmasın. 40'ın, kadınlar üzerinde böyle güçlü bir etkisi var. Hayatta yaptıklarıyla, yapamadıklarını sorguluyor kadın. Gücünün yetemediği, değiştiremediği şeylerin üzerinde düşünmeye başlıyor. Ve bir cesaretle yavaş yavaş değiştirmeye başlıyor bütün kendine ağırlık yapanları. Bana konuşan kadınların biri, "Ben değiştim, hayat değişti. Eşim, ‘bunlar da nereden çıktı, her şey çok iyiydi’ deseydi, onu da değiştirirdim” dedi.

*Semtleri, mezhepleri, dinleri ve sosyal sınıfları birbirinden çok farklı kadınlarla konuşmuşsunuz. Eğitimsiz, yoksul kadınlarla varlıklı kadınları bağlayan ortak noktalar var mı?

İster yoksul olsun, ister zengin. Duygu aynı duygu, hiç fark etmiyor: Farkındalık. İçlerinde bulundukları ortamla kendi duyguları örtüşmüyorsa mutlaka değişiklik yapıyorlar. İlk bakışta bambaşka hayatlar yaşayan, farklı kültürel geçmişlerden gelen, farklı semtlerde yaşayan bu kadınların ortak noktaları cesur, iddialı ama mütevazı olmaları.


“Pek çok ünlü kadın, yaşı ortaya çıkmasın diye projede yer almadı”


*Ünlü isimler de var projede, Bennu Yıldırımlar, Saba Tümer gibi. Onları meslektaşlarından ayıran özellikleri ne?

Diğer ünlü kadınların hayatlarındaki farklılıkları bilmiyorum. Açıkçası ünlü kadınları buraya birazcık popülerlik katsın diye koydum ama mesela Banu Güven’in bir renkliliği var. 40 yaşından sonra ben kendim için bir şey yapmak istiyorum ve caz müzik söylemek istiyorum diyerek caz dersi almaya başladı. Harika bir sesi var Banu Güven’in. Pek çok ünlü kadın da yaşları ortaya çıkmasın diye bu projede yer almak istemedi. Onu da belirteyim. O yüzden yer alan kadınları kutluyorum. Hatta Bennu Yıldırımlar çok güzel söyledi: “Ruh yaşlanmıyor ki!”

*Var mı öyle bir şey gerçekten? Yani insan 40’ına gelip hâlâ 18’inde hissedebilir mi?

Ben 35’imde kendimi 60 yaşımda gibi hissediyordum çünkü çok yaramaz bir oğlum vardı. Ama 40’ımda kendimi ne bileyim, 40 eskiden teyzeler yaşıydı; hayal edemiyordum ama şimdi kendimi teyze gibi hissetmiyorum. Tam tersine son derece coşkulu yaşıyorum, son derece mutlu ve kendi istediğim gibi hayatıma yön veriyorum artık. Nasıl görünüyorum diye yaşamak vardır bir de kendi içinizden geldiği gibi. Açıkçası bunu düşünen bütün kadınlara yaptım bunu. Birazcık baksınlar. Sorun var, sorun var. Çok sorun var bu kadınların hayatında ama onları o kadar güzel bertaraf etmişler ki ve kahkahalarla anlatıyorlar bunu. O yüzden şehirli kadınlara, “dönüp bir kendinize bakın, küçük problemleri kendinize dert edinirken, ağır şeyler yaşayan kadınlar bunu ne güzel atlatmışlar ve dizginleri ellerine almışlar” diyorum. Aslında bir sosyal gözlemci olarak görüyorum kendimi.


“Kadınları sarsmak istedim”



*Bu projeyi görecek kadınlarda nasıl bir his uyansın istiyorsunuz?

Kadınlara şunu söyledim: “Sen neyi istiyorsan, o da senin için hazırdır.” İçinde kalmış pek çok şeyi hayata geçirememiş kadınlar var. İnsanlar var, sadece kadınlar değil. Erkekler de var. İşte zaman bu zaman. Çünkü hayat geçiyor ve hayat geçerken kendim için ne yaptım sorusunu sormak çok üzücü bir şey.

*Şu da var ki bu araştırma çok nadir bulunacak örneklerden oluşuyor. Türkiye genelini yansıtabilir mi sizce?

Bilmiyorum ama insanları her zaman örnekler sarsar. Kadınları sarsmak istedim. Sosyologlar bir göz atacaklardır mutlaka. Gelecek kuşaklar 2010 Türkiye’sindeki kadınların nasıl yaşadıklarını görecekler. Bu tarihe tanıklık aynı zamanda. Kamera karşısında son derece rahat ve samimiler çünkü. Yapay bir durum yok.

*Siz de 40 yaşındasınız. Kendinizle ilgili nelerin farkına vardınız bu yaşta?

Büyüdüm bu çalışmayla. O kadar geçici şeylerle ilgiliyiz ki. Çok kendi içimizdeyiz. İş hayatlarımızda da kendi kendimize sorun yaratıp, dertleniyoruz. Birazcık gözümüzü açalım, çevremizde olup bitene bakalım istedim. Benim farkındalığım da işte, o kadınların hayatlarındaki farklar oldu. Duygu Asena’yla beraber çalıştık. Hep “içinden geldiği gibi yaşa” derdi. O zaman anlayamazdım, zaten öyle yaşıyoruz diye düşünürdüm ama aslında öyle değilmiş. Bunu büyürken fark ettim. Bu çalışma onun da anısına. Çünkü onun söylediği şeyleri bu kadınlar şimdi yaşıyor. O, zamanında çok tepki aldı ama şimdi Türkiye’nin her yerinde o içsel gücü gerçekleştirmek isteyen kadınlar var.