13 Ağustos 2009 Perşembe

“KOCAMIN ÖLÜM İSTEĞİNİ DESTEKLİYORUM”



Fotoğraf: LEYLA YAMAN


50 yaşındaki Tuğrul Cankurt’un Ankara Yukarı Ayrancı’daki evine girdiğimizde, eşi Seviye Cankurt karşılıyor bizi: “Hoş geldiniz. Biraz beklemeniz gerekecek yalnız. Tuğrul Bey’in sondasını çıkarmam lazım.”
Yaklaşık on dakika sonra işlem bitiyor. Ortasında, çokişlevli olduğu her halinden belli tekerlekli sandalyede dimdik oturan Tuğrul Cankurt’un olduğu salona giriyoruz. Zaten biz eve ilk girdiğimizde Seviye Hanım, “medya bizden ah! vah! bekliyor. Ama boşuna. Bizde arabesk yok!” demişti. Tuğrul Bey’in dik duruşu ve güleryüzü bu sözü daha anlaşılır kılıyor. Karşımızda, yıllardır, her fırsatta “ötenazi istiyorum” diyen birisi var. Onu öyle dimdik görünce “Ölmeyi istemek size hiç yakışmıyor” diyoruz. Bu söze alışık olduğu belli, gülümseyerek, “neden?” diyor, “bakın, bu altımda gördüğünüz sandalye var ya, onu bana devlet vermedi, mahkeme kararıyla aldım.”
Sonra kasedi başa sarıyor, hikayesini baştan anlatıyor: 5 Eylül, kaza, kırılan omurilik, kalp pili, felç, sonda, tekerlekli sandalye, yoğun bakımdan çıktıktan hemen sonra verilen ve bir daha dönülmeyen ötenazi kararı…
Boynundan aşağısını bir daha oynatamayacağını öğrenmiş; resim öğretmeni olarak bir daha resim yapamayacağını… “Büyük bir travma” diyor ruh halini anlatırken, “sinir hücrelerinin tedavi edilemediğini biliyorum. Uzunca bir süre yaşam ve ölüm arasında git-gellerden sonra hayatın içinde ailemle yalnız kaldığım yeni bir yaşam biçimi… Hepsi bu!”
“Düşünün” diyor, “1650 gün oldu. Onar bardak su içsem, 16 bin bardak olur. Bu şu anlama gelir; 16 bin kere bana su verir misin demek zorunda kaldım. O kadar litre sıvıyı bir başkasının vücudumdan boşaltması gerekti. Kaç lokma, kaç öğün… Bir başkası tarafından yapılan... Korkunç sayılar bunlar.”
Sonra konuşmayı bölüyor Tuğrul Bey: “Tonguç, bacaklarımı ovar mısın oğlum?”
Sohbetimiz sırasında sık sık duyacağız bu cümleyi. Bu, tüm gün hareketsiz oturduğu için gerekli. Böylece Tuğrul Bey’in vücudundaki kas erimesini yavaşlatmaya çalışıyorlar.
Bu arada eşine sesleniyor: “Seviye, çayımı içirir misin bana?"

“Beni öldür” dediği geceler… Korkunç geceler…
Ölme isteğini ilk önce eşi Seviye Cankurt’la paylaşmış Tuğrul Bey. Seviye Hanım, o dönem eşinin iyileşmesini ümitle bekliyor. Hastanenin demir sandalyesinde sabahlayarak, sabırla… O yüzden kızarak karşı çıkmış bu talebe önce. Ama süreç ilerledikçe onun da ümidi kırılmış. Sonrasını anlatıyor: “Zaman zaman geceleri kendisini öldürmemi istedi. Hep karşı çıktım. Sevdiğim insan, çocuğumun babası benden onu öldürmemi istedi! Ben hukuksal anlamda alacağım cezadan korkmuyorum. Böyle bir şey yapmış olsaydım hapse girmekten çok, ömür boyu çekeceğim vicdan azabını düşündüm. Tonguç’un yüzüne bakamazdım ben. Hele beni öldür dediği geceler… Korkunç geceler…”
Seviye Hanım eşinin ötenazi talebini destekliyor, biraz da bu ağır yükten kurtulmak için:
“Defalarca ‘öldür beni’ dedi. Kendimi bundan kurtarmak istiyordum. Bıkmıştım artık. Sen ölmek mi istiyorsun Tuğrul dedim, ötenazi mi istiyorsun? Tamam, duyuralım bunu gereken yerlere. Benden çıksın artık. Haklı değil miyim? Ben asla rahat olamayacağım ki. Şimdi rahat değilim. Acıları son buldu diye de rahatlamayacağım. En azından iki kişi acı çekeceğine bir kişi çekiyor olacak bu acıları o ölürse.”
Tuğrul Cankurt giriyor lafa: “Hakkı var. Evde o kadar çok ‘bunu hallet, bunu hallet!’ dedim ki, bu yükü üstünden atmak istedi tabii.”
Ve yine bölüyor kendi lafını: “Tonguç, bacaklarımı ovar mısın oğlum? Bir de su ver bana.”

"Öyle bir an gelecek, Tuğrul’a bakamayacağım”
Önce insanlar durumu nasıl diye soruyorlarmış Seviye Hanım’a. “Hiç umut yok; Tuğrul bundan böyle tekerlekli sandalyede yaşayacak, boyundan aşağısını kullanamayacak” diyememiş. Eşi, dostu ama en önemlisi kendini rahatlatacak cevabı bulmuş sonra: “İyileşecekmiş ama biraz zaman ve çok çalışmak lazımmış…”
Gerçeği biliyormuş tabii Seviye Hanım ama bu gerçeği herkesle birlikte kabullenmek çok zor olmuş onun için: “Tuğrul’a felç olmayı hiçbir zaman yakıştıramadım ki ben.”
Seviye Hanım ufak tefek bir kadın, 50 kiloluk. Tuğrul Beyse aksine uzun boylu, iri yapılı bir adam. Hal böyle olunca eşine bakmak zorlu bir fiziksel mücadele onun için. Öyle ki bazı geceler, “Keşke senin yerinde ben yatsaydım Tuğrul” demiş, “sen beni çok rahat kaldırır, oturturdun.”
Tüm bu süreçte Seviye Cankurt’u en çok üzen şeylerden biri de Tuğrul Bey’in bakımına yetersiz kaldığı için yanlarında sürekli birilerine ihtiyaç duymaları olmuş zaten. Bu durumun minnet duygusuna yol açması çok üzmüş onu: “İnsanlara minnet duymak çok yaralıyor insanı biliyor musun? Bir de yalnızlaşıyorsunuz bu süreç içinde. Daha önce her şeyinizi paylaştığınız dostlarınız zamanla sizden uzaklaşıyorlar. Haklılar aslında; her geldiklerinde aynı manzarayla karşılaşıyorlar. Tuğrul’a söyleyecekleri şeyler azaldı artık.”
“Öyle bir an gelecek ki, Tuğrul’a bakamayacağım” diyor, “Olayın bir boyutu da bu. Türkiye’de bir engellinin zorlanması için her türlü ortam yaratılıyor. Binalar, merdivenler, kaldırımlar, otobüsler… Çankaya Belediyesi sağolsun, Tuğrul’u yaşama katmak için ellerinden geleni yapıyorlar” diyor. Bir de ekliyor: “Bunu özellikle belirt olur mu?47”
Tuğrul Bey yine giriyor burada lafa, gülüyor: “Sizler evli misiniz hanımlar? Sakın kendinizden iri biriyle evlenmeyin ha! Hastalanırsa, taşıması zor olur.”

“Devlet yeterli desteği vermiyor”
“Ekonomik durumum yok benim mücadele edecek” diyor Tuğrul Bey, “30 kuruşluk sondayı vermeyen devlet mi sağlayacak tedavimi? Şimdi devlet bana diyor ki “tekerlekli sandalyeyi ödemem, beş yıl bekleyeceksin. Tuvalet sandalyesi vermem. Sondayı vermem. İnsanca şeyleri tüketmek istiyorum. Sinemaya, tiyatroya gitmek istiyorum. Bunun için asansörlü minibüs gerekli. Devlet onu da vermiyor.”
Seviye Hanım da devletin kendilerine yeterli maddi ve manevi desteği vermediğini söylüyor. Bu, onların durumunu daha da ağırlaştırıyor, ötenazi isteme sebeplerine yenisini ekliyor: “Birinin başkasına bağımlı olmadan yaşaması için devletin kişiyi insanca yaşatacak koşulları sağlaması gerek. Ekonomik anlamda da tükeniyorsunuz. Birçok şeyi kendiniz karşılamak zorundasınız. Dört buçuk yıl eşime fizik tedavi uygulattım. Çünkü devlet bunu sürekli yapmıyor. Hastaneye gideceksiniz de sıraya gireceksiniz de… Şu anda Tuğrul Bey’e ötenazi uygulanamadığına göre bu ülkede, yaşamımızın kolaylaştırılması lazım. Bu devlet insanlara kömür ulaştırıyor, buzdolabı ulaştırıyor. Niye gerçekten bakıma muhtaç insanlara bu eziyeti çektiriyor?

“Evet Tuğrul, yoruluyorum. Yalan mı söyleyeyim?”
Tuğrul Bey hiçbir şeyi tek başına yapamadığına da içerliyor: “Beni yaşatmak için büyük mücadele verdiler. Evet beni yaşattılar, yaşamak buysa! İnsanca yaşamıyorum ki ben! Köşede oturup nefes almak bir şey ifade etmiyor benim açımdan. Bir şeyler üretebilmeliyim. Yeteneklerimi ortaya koyabilmeliyim. İnsanlarla iletişim kurmalıyım. En azından telefon ederken birinin telefonu tutması gerekmesin.”
Seviye Hanım mutfaktan geliyor, gülerek giriyor söze: “Benim dedikodumu yapamıyor ya arkadaşlarına, ona üzülüyor.”
Sonra eşinin kazadan önceki halini anlatıyor bize: “Kazadan önce onu görmeliydiniz; çok üretkendi, espriliydi, neşeliydi. Yine espri yapıyor ama artık her şeyde hüzün var. Her şeyi paylaşırdık biz. Çok güzel yemek yapardı Tuğrul. Temizliği bile beraber yapardık. Çok yakışıklıydı, hala da yakışıklı zaten.”
Tuğrul Cankurt masmavi gözleriyle çok yakışıklı bir adam gerçekten. Bu sözleri duyunca neşeleniyor. Neşelenince daha da yakışıklı oluyor: “Off! N’aptın. Yürümekten geçtim, uçacağım şimdi!”
Ardından ekliyor yine: “Seviye, su içirir misin bana?”
“Tuğrul’un psikolojisini de etkiliyor bu durum” diyor Seviye Hanım, “Akıllı bir adam var karşımda. Benim dışarıya çıkamadığımı, kendime ait bir yaşamım olamadığını görüyor. Ya da yorulduğumu…”
“Seni yoruyorum” diyormuş Tuğrul Bey ona. “Evet, Tuğrul yoruluyorum. Yalan mı söyleyeyim? Ama ne yapabilirim?” diyor eşine, “Ben bu durumda olsam sen bana bakmaz mıydın?”
Sohbet bitiyor. Cankurt ailesinin evinden ayrılıyoruz. Tam kapıdan çıkarken, içeriden Tuğrul Cankurt’un sesini işitiyoruz, yarım yamalak geliyor:
“Tonguç, bacağımı ovar mısın oğlum?”…

"BABAMIN ÖLMESİNİ İSTEMİYORUM AMA ÇEKTİĞİ ACILARIN BİTMESİ GEREK"
Tuğrul Cankurt’un oğlu Tonguç 21 yaşında. İ.Ü. Hukuk Fakültesi’nde okuyor. Babası kaza geçirdiği yıl üniversiteye hazırlanıyormuş. Derslerini olumsuz etkilemesin diye, bu isteğini paylaşmamış babası onunla. O nedenle, ötenazi mevzuunu en son duyan da o olmuş; kazadan tam 1 yıl sonra…
-Babanın ötenazi talebiyle ilgili ne düşünüyorsun?
Bu, insanın kendi hayatına dair söz söyleme hakkı olup olmadığına dair basit bir tartışma aslında. Etik bir mesele. Başka bir şey değil.
-Tam bir hukukçu cevabı oldu bu. Bir evlat olarak, ilk duyduğunda ne hissetin?
Sinir oldum. Evet, his tam olarak bu. Hatta bir ara “ölmek istiyorsan, bıçağı alayım öldüreyim” dedim, “ne olacak peki sonra? neden ölmek?” dedim. Haklıydı. O yüzden cevabı da beni sinir etti. Bir süre sonra da alışmaya başladım. Kendimi hazırladım yavaş yavaş bu düşünceye. Ötenaziyle ilgili bir kitap aldım İstanbul’da onu okudum.
-Babana hak veriyor musun artık?
Aslında başından beri hak veriyorum ona. Ama babamın bunu istemeye hakkı olmadığını düşündüm. Bu duygusal bir mesele. Babam kazadan bir sene sonra söyledi bana ölmek istediğini. Galiba erken geldi bana bu. Belki üç sene sonra söylese daha anlayışlı olurdum.
-Şimdi bu konuyla ilgili ne düşünüyorsun peki?
Olursa ne yaparım diye düşünüyorum. Nasıl olur? Bu kolay değil. Ne yapabilirim gerçekten bilmiyorum. Ben öldürebilir miyim diye bile düşündüm uzun süre.
-Sana da “beni öldür” dedi mi hiç?
Evet.
-Ne dedin ona?
“Öldüreyim o zaman seni çok istiyorsan” dedim. Ama olmaz bu, bu kadarını yapamayız. Bunun olmayacağını o da biliyor ama…
O vicdan azabıyla yaşayamam. Ötenazinin uygulanmasını sağlasak bile, buna biz sebep olmuş gibi olacağız. Tek başına yapabileceği bir şey değil sonuçta.
Ta kazaya gidiyorum, keşke böyle olmasaydı diyorum. İstemiyorum tabii ki babamın ölmesini. Karşımda işte şimdi. Ölürse, olmayacak. Bu hiç kolay bir şey değil. Babamla aramız çok iyiydi. Çok şey paylaştık birlikte. Ama bundan sonra yapamayacağız. Konuşamayacağız. Aklıma takılan bir şey olduğunda ona soramayacağım. Öte yandan, bunun bir yerde bitmesi gerekiyor. Acı çekmesi daha kötü.
-Baban ötenaziden vazgeçse…
Benim asıl üzerinde düşündüğüm şey onun acı çekip çekmemesi üzerine, yaşaması ya da ölmesi üzerine değil. Onurlu bir şekilde ölmesi… Gülerek gidecektir o ölüme…

Tuğrul Cankurt’un günlüğünden…
Ölürken bile çevremdekilere daha az acı vermeliyim ama nasıl?
Beynimin kıvrımları, duyu organlarım her yerde azraili arıyor. Ötenaziden bahsediyorum. Herkes itiraz ediyor. Yememeye karar veriyorum, tepkiler büyüyor. İkinci gün zoraki besleniyorum. Ölürken bile çevremdekilere daha az acı vermeliyim ama nasıl. Nefes almaya devam ediyorum. Çevremdekiler esprilerime gülüyorlar. İyi göründüğümü söylüyorlar. Gülerek, “iyiyim” diyorum. Ötenaziden bahsettiğime inanamıyorlar, şaka gibi algılıyorlar. Bense son derece ciddiyim. Ama ölüme giderken ağlamak değil gülmek istiyorum. İçi boş konuşma balonları dolaşıyor çevremde. İyi şeyler söylediklerini zannedenler, beni ölümden yaşama döndürdüklerini düşünüp, ağızları kulaklarında kendi dünyalarına geri dönüyorlar. Bir tek eşim ve oğlum çektiğim acıların farkındalar ve beni anlıyorlar. Ellerinden hiçbir şey gelmiyor. Ne beni öldürebiliyorlar ne bulunduğum yerden çekip çıkarabiliyorlar. Benim ellerimse hala beni dinlemiyor.

Tuğrul Cankurt’un, eşi Seviye Cankurt’la ötenazi fikrini paylaştığı gün Seviye Hanım’ın tuttuğu günlükten…
Ötenaziden bahsettin. Bunu bize yapamazsın!
27 Kasım 2004
Sevgili Tuğrul,
Kötü bir gece geçirdik. Uykusuz geçti. Üstelik birbirimizi de kırdık. İkimiz de ağladık. Sana çok ağır geliyor her şeyini başkasının yapması. Ötenaziden bahsettin. Bunu bize yapamazsın. Bu kadar şeyi atlattıktan sonra, her şeye boş veremezsin. Neredeyse üç ay olacak. Çok aşama kaydettik. Şimdi kendini bırakamazsın. Tonguç için bunu yapmalısın. Başaracağız! Biz bu maratonu kazanacağız!

duygu erturk

MAO’DAN MIU MIU’YA



Arzu Süzmen 34 yaşında. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Evli. Bankacılık, gazetecilik gibi her çeşit faninin yapabileceği işleri bir yana bırakıp moda dersleri vermeye başlamış. Buraya kadar her şey gayet normal. İşin ilginç yanı, Süzmen’in moda öğretmenliği yaptığı yer Çin. Ne de olsa, mazisine bir bakıverdiğimizde, ucuz işçilikle üretim yapan; piyasaya ışık hızıyla kopya ürünler süren; bir koca komünist devrim boyunca kadın- erkek herkesi tek tip üniformaya mahkum eden; 10. yy’dan 20. yy.’a kadar acılı yöntemlerle genç kızların ayaklarını küçülten bir milletin evlatlarından söz ediyoruz. Bahis konusu moda olunca, dimağlarda pek nezih görüntüler canlanmıyor dolayısıyla. Ama hakkını da yememek lazım, son yıllarda şehir içinde rastladığımız Çinliler’in bir hayli ilginç, hani neredeyse Japonların Harajuku’suna yakın çılgınlıkta giyindiklerini görünce merak da etmiyor değildik, “Çin’de yeni moda akımları falan mı türedi?” diye. Pekin’de son birkaç yıldır yükselişe geçen Moda Haftaları da moda takipçilerinin ilgisini çekmiştir muhakkak. O nedenle Arzu Süzmen’le hem Çin macerasını dinlemek hem de Çin’deki “olası” trend hareketlenmelerini öğrenmek için konuşmak istedik. Öğrendik ki, Çin Mao’yu unutmuş Miu Miu’ya geçmiş; propaganda posterlerinden reklam afişlerine terfi etmiş…
“Aslında üniversite yıllarımdan beri hayalim, iki tutkum olan moda ve pazarlama iletişimini birleştirebileceğim bir işte çalışmaktı” diyor Süzmen. Sonra şans eseri, ona “kapalı kutu” Çin’in kapılarını açarak hayallerini gerçekleştirecek olan iş ilanını gazetede gördükten sonra Malezya, Vietnam, Hindistan ve Çin’de eğitim veren Raffles Design Institute (Raffles Tasarım Enstitüsü)’ne gidip, “uzaya gitmek gibiydi” dediği macerasına dalmış. Şimdi üç senedir Shangai’da Donghua Üniversitesi’ne bağlı Raffles Design Institute’da Moda Yönetimi ve Pazarlama Bölümü’nde çoğu Çinli öğrencilere moda ve pazarlama dersleri veriyor. Süzmen, “fashion communication” (moda iletişimi) dersinde dönem sonu projesi için bir de “Türk Gecesi” hazırlatmış öğrencilerine. Gecede “çayda çıra”da dans edip, kına gecesi canlandırıp üstüne bir de Üsküdar’a Gider İken söylemiş Çinli gençler. Süzmen’in söylediğine göre Çinliler Türk kültürünü çok ilginç buluyorlarmış. Şaşkınlıklarını ve sevinçlerini de mimikleriyle hatta bazen çığlıklarıyla belli ediyorlarmış.

En büyük sensin “Hello Kitty”!
Arzu Süzmen Çin modasını “açılmaya hazır kutu” olarak tanımlıyor: “Özellikle Avrupa, Amerika ve Japon moda ve hayat tarzını taklit etseler de, kendi kültürlerine sahip çıkmak için muhakkak yerli dokulara yer veriyorlar modada. Çin, Avrupalı ve Amerikalı modacılar için büyük bir pazar. Alım gücü de yüksek olduğundan, pazara her geçen gün yeni bir marka giriyor.”
Gerçekten de şöhretli markalar Çin’in dört bir yanını sarmış. Gençler günlük kıyafetler için daha çok Türkiye’de de geniş bir müşteri kitlesi olan H&M, Zara, C&A, Mango ve Vero Moda; spor giyimde Adidas ve Nike; lüks markalarda ise Burberry, Louis Vuitton, Dolce Gabbana, Chanel, Balenciaga markalarını tercih ediyormuş. Ama eklemeden de edemiyor Süzmen: “Tabi ki buradaki en büyük çılgınlık, Hello Kitty.” Resmen tapıyorlarmış süslü kediciğe.
Süzmen, Shangai’daki belli bir gelir ve eğitim düzeyindeki gençlerin özellikle Japon, Kore ve Avrupa moda trendlerinin etkisi altında olduklarını da söylüyor. Memleketin en popüler lokal markaları ise Hangzu’lu JNBY ve Hong Kong’lu Izzue.
“Genç kızlar güzelliklerine çok düşkün; kozmetik ürünlerine inanılmaz bir ilgi var. En büyük trend beyaz cilde sahip olmak ve beyazlaştırıcı kremler çok satıyor” diyor Süzemen. Türkiye’de son yıllarda pek sevilen bronzlaştırıcı ürünlerden bulmak neredeyse imkansızmış. Bu arada Çinli kızlar, alamet-i farikaları olan çekik gözlerini büyütmek için estetik operasyonlardan geçiyor, renkli kontakt lens ve takma kirpik kullanıyorlarmış. Bu hevesin de eksantriklikte hakkı yenemez herhalde.

Çin’de patlayan trend: “yumurtalı şapka”
Her ne kadar Japon milletinin efsanevi Harajuku’suyla kıyaslanacak yaratıcılıkta olmasa da, özellikle Shangai ve Pekin gibi büyük kozmopolit şehirlerde gençler kendi sokak stillerini yaratmaya, isyanlarını cesur aksesuar ve kıyafetler yoluyla göstermeye başlamışlar. Çin sokaklarında en çok parlayan trendler ise “siyah, camsız gözlüklere eşlik eden yumurta şapkalar, kocaman çantalar, mini eteğin altına giyilen diz altı çoraplar ve androjen akımı”ymış. Süzmen’e göre bu “direkt olarak toplumdaki değişimle alakalı. “Ekonomik ve teknolojik gelişimler, politikacıların daha ılımlı olmaları, diğer ülkelerle geliştirdikleri ilişkiler, uluslararası ticaretin sağladığı açılımlar, çalışmak için Çin’e gelen yabancıların fikirlerinin yayılması elbette modayı çok etkiliyr” diyor Süzmen. Bu tarz şaşırtıcı ve yenilikçi kyafetler daha çok 18- 25 yaş arası gençler tarafından tercih ediliyormuş tahmin edilebileceği üzere. İşin daha da ilginç olan tarafı ise, bu “marjinal” gençlik gruplarının hala sokaklarda pijamayla dolaşabilen orta yaş üstü ve yaşlılar tarafından bağırlara basılması: “Onlar da toplumdaki hızlı değişimin farkındalar ama kendilerine maddi, manevi zarar gelmediği sürece durumdan şikayetçi görünmüyorlar.”

Propaganda posterlerinden reklam afişlerine
Tahmin edersiniz ki ardında bir büyük komünist devrim bırakan Çin’de marka yaratmak çok yeni bir mevzu. Zira hükümet de izin vermediği için markalaşma konusunda gelişemeyen memleket, ehven fiyatlara kopya ürün pazarlamakta dünya birinciliğini uzun yıllar kimselere kaptırmadı. Süzmen diyor ki: “Hükümetin de izniyle Saatchi&Saatchi, BBDO gibi ünlü reklam ajansları Çin pazarına giriş yaptı bile.” Reklam kampanyalarında daha çok direkt satış hedefleniyormuş. Reklamlarda gençlerin örnek aldığı ünlüler boy gösteriyormuş. Bu reklamlar Shangai’ın lüks bölgelerindeki billboardlara asılıyormuş. Metro ve taksi TV’ler de en önemli iletişim araçlarıymış. Süreç, en çok da komünist devrimi yaşamış yaşlılar için eksantrik geçse gerek, ne de olsa propaganda posterlerinden sonra tüketime teşvik eden reklamlarla çoğu ilk defa karşılaşıyor.

Çin’de 2009 trendleri:
Çinli hanımların, vücutlarında en güvendikleri yer olan ince ve uzun bacaklarını sergilemek için yaz, kış renkli opak çoraplarla giydikleri şort ve mini etekler, diz boyu çoraplar, makyaj yapmaya üşendikleri için gözaltı morluklarını kapatmak amacıyla kullandıkları camsız siyah çerçeveli gözlükler, son yılların en çirkin beynelmilel trendi UGG botlar, hayvan kafası şeklinde yün şapkalar, skinny jean, Alexander McQueen imzalı kurukafa motifli atkılar, hükümet tarafından yasaklanan plastik torbaların tahtını alan çevre dostu büyük kumaş çantalar.

duygu erturk

MARILYN ÖLMEDİ, BİR YERLERDE YAŞIYOR












Son haftaların gündemi, dünyaca ünlü ABD’li yıldız Michael Jackson’ın 25 Haziran’daki ani ölümü oldu. Gerek fiziksel değişimleri gerek inişli çıkışlı kariyeriyle sıradan fanilerden farklı yaşayan Jackson’ın bu dünyadan alelade bir ölümle gitmesine de izin verilmedi. Önce, “Öldü mü, ölecek mi?” tadında manşetlerle meraklar kabartıldı, yürekler ağızlara getirildi. Sonra tüm medyayı kesin ölüm haberiyle gelen şişirme manşetler kapladı. “Michael Jackson’ın vasiyetnamesi ortalığı karıştırdı”, “Jackson’ın ölümünde esrar perdesi aralanamadı”, “Flaş! Polis, Jackson’ın doktorunu arıyor”… Şaşırarak, şaşırdıkça meraklanarak bunlara benzer bir sürü dev manşet ve iddiayla karşılaştık.
Öncelikle, ünlü yıldızın ölümünden bir gün önceki konser provası sırasında çok iyi bir performans göstermesi soru işaretleri yarattı: “Bu kadar hareketli biri ertesi gün nasıl kalp krizinden ölebilir?”di. Bu yaratıcı soruya, Jackson’ın aslında uzun yıllar boğuştuğu Akciğer kanseri yüzünden öldüğü tezi eşlik ederken, avukatından bir başka açıklama belirdi: “Michael konserde iyi bir performans sergilemek için aşırı dozda ilaç aldı.” Bu arada, otopsi raporuyla, ünlü yıldızın kanseri yendiği ortaya çıktı. Bu sefer de, “doktoru Conrad Murray kalp masajı yapmaya çalışırken Jackson’ın kaburga kemiklerini kırmış”tı. Bir yandan da, ailesinin Jackson’ın evindeki paraların yerini öğrenmeye çalışması gibi bilgilerle “cinayet” imaları çıktı ortaya. Haliyle kafalar da gittikçe karıştı; “bir insan nasıl olur da bu kadar çok sebeple hepitopu bir kere ölebilir?”di…
Sonunda bir TV programında Jackson’ın abisi Jermaine Jackson, Larry King’e ünlü yıldızın evini gezdirirken arkada beliren karaltı “İŞTE JACKSON’IN HAYALETİ” olarak tanıtıldı. Son bombayı ise İngiliz Daily Telegraph gazetesi patlattı. Habere göre , 7 Haziran’da cenaze töreni düzenlenen Jackson, gizli bir törenle çoktan gömülmüştü.
Kafalar karışıyor haliyle. Ancak Jackson’ın ölümü, çok sıradışı bir duruma vesile olmuş değil. Şöyle basit bir arşiv taraması hatta hafıza yoklaması, geçmişte de ünlü yıldızların ölümlerinin ardından varolan veya yaratılan “esrar perdeleri”nin bir türlü aralanamadığını, bu sırada da, yalan ya da gerçek, akla hayale sığmayacak cinsten ölüm senaryoları anlatıldığını gösteriyor bize. İşte o senaryolardan bazıları…

“Elvis Presley hala yaşıyor!”
Ölümünün ardından tüm dünyada türlü tevatürler üretilen ünlülerden biri, 20. yüzyıl popüler kültürünün kralı Elvis Presley’di. Tarih 16 Ağustos 1977… Ardında 33 film, üç Grammy ödülü, yüz milyonun üzerinde satan 130 kadar albüm ve 35 milyon dolarlık bir servet bırakan Presley 42 yaşındaydı. Banyodaki ölüsünü nişanlısı Ginger Alden buldu. Baptist Hastanesi’nde yapılan ilk otopsinin sonucu şöyleydi: "Tansiyon yüksekliği nedeniyle tedavi görüyordu. Kalp damar çeperlerinde kalınlaşma görüldü. Kalp iki katı büyüklüğündeydi. Üç saat süren otopside başkaca bir hastalığın ya da uyuşturucu madde kullanımının bulgularına rastlanmadı." Rapor, Presley’in hayranları başta olmak üzere, kamuoyunda soru işaretleri yarattı. Zira, vücut sıvılarında uyuşturucu aranması birkaç hafta sürmesine rağmen, Presley’in uyuşturucudan ölmediği açıklaması otopsinin hemen akabinde yapılmıştı. Ayrıca, raporlar kimseye gösterilmemişti. Ölümden bir yıl sonra, otopsiyi yapanlar, “cesetten aldıkları vücut sıvılarının ve iç organ parçalarının sadece bir bölümünü eyalet adli tabibine teslim ettiklerini, kalanını gizleyerek, Bio-Sciences laboratuvarına gönderdiklerini, gelen sonuçları saklı tutmak zorunda kaldıklarını” duyurdular. Bir yıl sonra açıklanan rapora göre, Elvis’in vücudunda, çoğu reçeteye tabi, 10 tane ağrı kesici, uyarıcı ve uyku ilacı bulundu. Raporla birlikte, “Presley’in ölümü tansiyon yükselmesine bağlıdır” tezi çürüdü. Presley’in ölümünün ardından üretilen şehir efsaneleri bunlarla bitmedi: Dünyanın değişik ülkelerinde onu gördüğünü ileri sürenler, aldıkları mektupları bilirkişilere götürerek inceleten ve Elvis’in el yazısı olduğuna dair rapor alanlar çıktı ortaya. Presley’in hala yaşadığına inanılmasının sebebi, öldüğü gün, Elvis’e çok benzeyen birinin, John Burrows adıyla Buenos Aires’e gidiş bileti alması, Elvis’in de daha önce FBI’ın bir davetine aynı adla gitmesiydi (Bir söylentiye göre Presley, tanıdığı ünlülerin yasadışı davranışlarını FBI’a ihbar etmeyi teklif etmiş).


“Kurt’u öldür, 50 bin dolar vereyim”
Nirvana grubunun vokalisti Kurt Cobain 1994 yılının 8 Nisan gününde öldü. Görünüşe göre beynine bir kurşun sıkarak ölen şarkıcının otopsi raporu netti: “İntihar”. Polise göre konu kapanmıştı ama Cobain’in arkadaşları ve bazı gazeteciler bunun bir cinayet olduğu konusunda ısrarlıydı. Hepsinin ortak kanaati, Cobain’i eşi Courtney Love’ın öldürdüğü ya da öldürttüğüydü. Eldon Hoke adlı bir şahsın, Nick Broomfield’in hazırladığı “Kurt&Courtney” belgeselinde, Courtney Love'ın kendisine Kurt'u öldürmesi karşılığında 50 bin dolar önerdiğini söyleyip, şahitler göstermesinden sekiz gün sonra bir tren kazasında ölmesi de Love üzerindeki kuşkuları giderek arttırdı. Kayda değer bir açıklama da aynı belgeselde konuşan, Cobain’in 22 yaşındaki yardımcısından geldi: “Love sürekli Cobain’in vasiyetnamesinden bahsediyordu.” Ayrıca, Cobain’in kanında bulunan eroin miktarı, insan bünyesinin kaldırabileceği limitin üç katıyken, tüfekle kendini vurması ne kadar mümkündü? Zira, tüfeğin hatta etraftaki eşyaların üzerinde Cobain’in parmak izleri yoktu. Cobain’in intihar notu bırakmamış olması da “intihar” açıklamasının kesinliğini sarstı. Ölüm nedeniyle ilgili en kafa karıştırıcı komplo teorilerinden biri de Cobain'in ölümünden sonra kredi kartının bulunamaması ve olaydan iki saat sonra kredi kartıyla 49 dolarlık çiçek yollamaya çalışılmasıydı.


“Marilyn Monroe komploya kurban gitti”
Akabinde, “İntihar mı etti, yoksa cinayete mi kurban gitti?” tartışmalarını getiren bir ölüm daha… 5 Ağustos 1962; asıl adı Norma Jeane Mortenson olan, Hollywood’un efsanevi sarışını Marilyn Monroe evdeki yatağının üzerinde, başucunda telefon ve boş ilaç şişeleriyle, yardımcısı Eunice Murray tarafından ölü bulundu. Ölümün ardından 45 yıl geçmesine rağmen, komplo teorileri hiç bitmedi: “Sevgilisi John F. Kennedy karısından boşanmadığı ve onu artık istemediği için intihar etti”, “FOX yapım şirketiyle anlaşmaları bozulduğu için, bunalıma girip intihar etti”, “Öldürüldü”, “Gerçek otopsi raporu ve kanıtlar gizleniyor” vs. Resmi açıklamalar, Monroe’nun ölüm nedeninin “aşırı dozda uyku ilacıyla intihar” olduğu yönündeydi. Ancak o yıllarda ve aradan geçen 45 yıl içinde, bu ölümün aslında John F. Kennedy ve kardeşi Robert Kennedy hatta CIA’in düzenledikleri bir komplo sonucu olduğu gibi kayda değer komplo teorileri de ortaya atıldı. Amaç, Monroe’nun bir “Beyaz Saray Skandalı”na sebep olmasını engellemekti. Zira, ilerleyen yıllarda Avustralyalı film yapımcısı Phillippe Mora'nın bulduğu FBI dosyasındaki bilgilere göre, “Monroe'nun intiharında sevgilisi John F. Kennedy, psikoloğu ve ölüsünü bulan yardımcısının parmağı var”dı. Bu iddialı teoriye göre, bahsedilen grup, işleri bozulan Monroe’ya, tekrar gündeme gelmesi için, “İlacı iç, biz seni kurtaracağız” dedi. Uyku ilacını sağlayan da bizzat Monroe’nun psikoloğuydu. Ölüsünün başında telefon olması da yine içlerinden birinin gün boyu, ilacı içip içmediğini kontrol etmek için Monroe’yu aramasıyla örtüşüyordu. İddiaya göre komplocular, ünlü yıldıza verdikleri sözü tutmayarak onu ölüme terk etti.


“Bruce Lee’yi Çin hükümeti öldürdü”
Dövüş filmlerinin “olmazsa olmaz” aktörü, dövüş sanatları üstadı Bruce Lee 20 Temmuz 1973’te öldü. Öldüğünde 33 yaşındaydı. Bruce Lee başrol oynayacağı “Ölüm Oyunu” adlı filmde başrolü paylaştığı Betty’nin evinde, içtiği aspirin karışımından sonra uyuyarak öldü. Ardından, “Bruce nasıl öldü?” tartışmaları başladı: “Ölümü beynindeki tümörden olabilirdi. Hatta ölümünden iki ay önce bir beyin travması geçirmişti…” vs. Türkiye de Küçük Ejder’in ölümüyle ilgili dedikodu yapmayı kendine görev bildi. İşte zamanında Türkiye’de Bruce Lee nasıl öldü sorusuna verilen enteresan cevaplar: Bruce Lee Çin Mahallesi'nde lokanta açmaya karar verir. Bunun üzerine mafya bıçaklı bir pusu kurar ama Lee birkaç yumrukla bu pusudan kurtulmayı başarır. Pusu işe yaramayınca mafya, Bruce Lee’ye sarışın bir kadınla tuzak kurar. Sarışın kadın Lee’nin yemeğine zehir koyup, onu öldürür.Bir başka komplo teorisine göre, Bruce Lee “Basınçlı Yumruk Makinesi” (Pressure First Machine) isimli bir makine geliştirir. Bu makine sayesinde tüm kaslarını çelik kıvamına getiren Lee, yalnız ensesini çalıştıramaz. Bunu haber alan mafya, dövüş üstadını ensesinden bıçaklatarak öldürür. Son teoriye inanırsak, Bruce Lee’yi Çin hükümeti öldürmüştür. Nedeni de Bruce Lee’nin Çinlilerin çok gizli savaş sanatı sırlarını Amerikalılara öğretmesidir.


“Jim Morrison ölü taklidi yapıyor”
Jim Morrison; efsanevi rock grubu the Doors’un en az grup kadar efsanevi vokalisti… Morrison’ın 1943’te başlayan kısa yaşamı, 1971’de son buldu. Ölümünün ardından ortaya muhtelif iddialar atıldı. Bu iddiaların en ilginci ise “Morrison’ın şöhretten bıktığı için ölü taklidi yaparak Hawai'ye kaçtığı ve yaşamını orada sürdürdüğü”ydü hiç şüphesiz. Başka bir iddiaya göre, “efsanenin mezarının boyutu kendisinden küçük” tü. Kimilerine göre, sevgilisi Pamela Courson'nın o sıralarda onu başka biriyle aldatmasına dayanamayarak intihar etmişti. Morrison’ı sevgilisi Courson’ın öldürdüğü de konuşuldu bir dönem. İddiaya göre, Morrison sevgilisinin eroin bağımlılığından yakınıyordu. Courson da kendisini eroin çekerken yakalayan sevgilisine, kokain çektiğini söyledi. Kokain sandığı beyaz tozu çeken Morrison, bünyesi alışık olmadığı için bir süre sonra yere yığıldı. Panik olan Courson, polisi aradı. En önemli iddia ise, ölümden tam 36 yıl sonra “The End-Jim Morrison” isimli bir kitap yazan, the New York Times eski muhabiri Sam Bernett’tan geldi: “Jim, Paris’teki apartman dairesinde değil, Rock’n Roll Circus adlı gece kulübünün tuvaletinde aşırı dozdan öldü, ceset daha sonra Morrison’ın dairesine taşındı.”


“Barış Manço Öldürüldü Mü?”
“Manço neden öldü?”, “Viagra kullandı!”, “Öldüğünde yanında bir kadın vardı!”… Ünlü sanatçı Barış Manço’nun ölümünün ardından kamuoyunu uzun süre meşgul etti bu sorular. 1943 doğumlu Manço’nun 31 Ocak 1999’da Moda’daki evinde ölümünün ardından, “yaratıcı sorulara yaratıcı cevaplar”la türlü senaryolar yazıldı. Manço’nun yanında sevgilisi olduğu söylenen Sevil Demir mi vardı? Son nefesini, Viagra kullandığı için mi vermişti, yoksa olay basit bir kalp krizinden mi ibaretti? Ölüm nedeni hastane kayıtlarına, yüksek tansiyon olarak kaydedilmişti. Ancak medya daha çok “Viagra” ihtimalini parlattı. Manço’nun ölümünden altı yıl sonra, sanatçının menajeri Tamer Şahin, Viagra iddiasına karşı çıkıp, ünlü sanatçının ölüm nedenini, “Sulhi Aksüt ile kurduğu ortaklık yüzünden girdiği ekonomik darboğaz ve stres faktörü” şeklinde ifade ederek olaya yeni bir boyut kazandırdı. Bu arada televizyon programları, “Barış Manço Öldürüldü Mü?” ya da “Manço’nun Ölümündeki Sır!” minvalinde gizemli manşetlerle meraklı izeleyicinin ilgisini celbetmeyi de ihmal etmedi.

duygu erturk

DENİZATLARININ “GÜLLÜ BABA”SI



Arnavutköy’le Kuruçeşme’nin kesiştiği yerde, Robert Koleji’nin tam karşısına denk düşen noktada allı, dallı hatta taşlı gömleği, renkli pantalonu, hasır şapkasının üzerine her daim itinayla yerleştirilmiş kırmızı gülü ve pos bıyıklarıyla bir adam dikkatinizi celbeder. Ayakkabısının biri bir renktir, diğeri başka bir renk… Tecrübeyle sabittir; o sırada ne iş yaparsanız yapın, döner ve bu adama ikinci bakışınızı fırlatırsınız. Oradan geçen hemen herkes gibi bizim de merakımız kabarıyor; “Bu nevi şahsına münhasır şahıs kimdir? Önünde durmak suretiyle epey uzaktan bile parlayan kavanozun içinde yüzen yaratıklar nedir?..” Merakımıza yenik düşüp, biraz çekinerek yanına gidiyoruz. Öğreniyoruz ki, simsiyah pos bıyıklarının altından gülümseyerek bize cevap veren “Mustafa Konak” dokuz yıldır, her yaz aynı yerde denizatı tutup, satıyormuş. “Ne kadar enteresan!” diyoruz haliyle. Malumunuz, denizatı tutmak ya da satmak ülkemizi geçin, dünyada seyrek rastlanır türden bir meşgale. Bu vesileyle Mustafa Konak’la “denizatı merakının nereden çıktığı”ndan başlayıp, “nasıl denizatı tutulur”a uzanan bir sohbette buluyoruz kendimizi… Biz sohbet ederken, yanından hiç ayırmadığı eşi Fatma Konak da az ötedeki kaldırımın kenarında, her zaman oturduğu sandalyesinde oturuyor.
59 yaşındaki Mustafa Konak’ın macerası 14 yaşındayken, tek başına memleketi Kastamonu’dan İstanbul’a gelmesiyle başlıyor. 74’ten beri Arnavutköy’de yaşıyor. Oturduğu semtte, fötr şapkasının üzerine kondurduğu çiçeklerden olsa gerek, ona “Güllü Baba” diyorlar. Onun deyimiyle, “ ‘Güllü Baba nerde?’ diye kime sorsak gösterir”.
Konak’ın büyük şehir macerasında önce kumarhane işletmeciliği var. Konak, yıllarca “sabahı yok, uykusu yok” dediği bu işle iştigal ettikten sonra, sigara kokusuna ve “ite, kopuğa” daha fazla dayanamayıp, kendi deyimiyle emekli olmuş. “37 sene bilfiil yaptım bu işi ama çekemedim, kaldıramadım artık!” diyor. Emekliliğin ardından, evde boş oturma bunalımına giren Konak’ın hikayesinin geri kalan kısmı ise “bir kitap okudum, hayatım değişti” tadında. Önceleri ne yaparıma dair bir fikir yokmuş kafasında. Ta ki, ünlü Fransız denizci Kaptan Kusto’nun bir kitabı eline geçene dek… Anlatıyor: “Bir gün Kaptan Kusto’nun bir kitabını buldum. Okudum. Denizatı nasıl yakalanır, ona kafam takıldı. Sonra deniz kenarında olduğumdan dolayı, indim buraya. Baktım denizatı tutabiliyorum. Satmaya başladım sonra.”

Nasıl denizatı tutulur?
Biz sohbet ederken, yanımızda duran tombul kavanozda iki tane denizatı yüzüyor. Konak’ın elindeyse bir urgan var, olta değil. En çok merakımızı celbeden hususa geliyor sıra: Konak denizatlarını nasıl yakalıyor?
Önce isteksizce dudak kıvırıp, “Sır bu ya, söylenmez ki!” diyor, sonra, “E, söyleyeyim hadi!”… Başlıyor anlatmaya: “İlk önce iki, üç kilo hayvan akciğeri alıyorsun. Onu demire sardıktan sonra “papara” yapıyorsun. Arasına da urganı sıkıştırıyorsun. Kırmızı şaraba batırıyorsun. Deep freeze’de iki gün donduruyorsun. Taş gibi oluyor. Derin bir yere bırakıyorsun onu sonra. O denizde eriyor, esansını yayıyor. Denizatları kayalıklardan çıkıp, buna yapışıyor. Canlı çıkartıyorsun sonra.”
Konak’ın onca zahmete katlanıp hazırladığı; şarabını, etini eksik etmediği bu leziz tarife, bazen de çevre sulardan köpekbalıkları ortak oluyormuş. Konak köpekbalıklarını, iki elini birbirinden olabildiğince uzaklaştırarak tarif ediyor: “4, 5 m uzunluğunda taa böyle.”
Konak yalnızca yazları Kuruçeşme’yi mesken tutuyor. Çünkü denizatlarını yakalamak sıcak aylarda daha kolay oluyor: “Kışın kayalıklara giriyor. İmkan yok yakalamaya. Bir kış bunlardan buluruz diye Karadeniz’e bile gittik. Yok, gelmiyor.”

“Denizatı giren eve hırsız girmez”
Konak, binbir meşakkatle yakaladığı denizatlarının çiftini 100 dolara satıyor. Meblağ kimilerine fahiş gelebilecek cinsten olsa da, gerek bu hayvanatı yakalamak zor olduğundan gerekse kendi yeganeliğini bildiğinden “tam da emeğimin hakkı bu para” diyor. Telefonunun hiç susmadığını, ta Adana’dan, İskenderun’dan gelen siparişleri yetiştirmekte çok zorlandığını da anlatıyor Konak. Ama o, denizatlarının bu kadar pahalıya satılmasını kendi namından ziyade, bu hayvanatın özelliklerine bağlıyor. Bizse denizatlarıyla ilgili sadece “erkeklerinin hamile kaldığını ve yumurtladığını” bildiğimizden, bahsi geçen özellikleri merak ediyoruz. Konak denizatının uğur getirdiğini söylüyor: “Denizatı giren eve hırsız girmez. Bereket olur evde, bir güzellik olur. Ne diyeyim ya, her şey güzel ya!”
Doğada son derece seyrek bulunan bu hayvanın özelliklerinin saymakla tükenmeyeceği belli. Zira Konak devam ediyor: “Evde yemek olmasın, bir su içsen karnın doyar. Cebine koy bunun kurusunu, parasız kalmazsın. Hiç paran yok, yolda gidiyorsun. Birisi düşürür bir yerde. Bulur, çantana koyarsın yani.” Eklemeyi de ihmal etmiyor: “Ben de yolumu buluyorum bundan.”
İşte bir özellik daha! Canlı denizatını denize attığınızda tuttuğunuz dilek mutlaka gerçekleşiyormuş. Konak’ın müşterileri de denizatını daha ziyade dilek tutmak için alıyormuş. Konak da bu dileklerin gerçeğe dönüştüğüne bizzat tanık olmuş. Anlattığına göre kendisi yine bir akşam “Denizatı! Denizatı!” diye bağırırken, bir kadın yanına gelip, “ne işe yarar bu?” demiş. Konak da, “Alıyorsun, denize atıyorsun. Dileğin gerçek oluyor” demiş. İki tane alan kadın bir hafta sonra elinde poşetlerle tekrar gelince Konak korkup, ‘Allah, kesin denizatları öldü. Kadın bana saldıracak’ demiş içinden. Oysaki dileği tuttuğu için teşekküre gelmiş. Kadının kocası Avustralya’ya kaçıp, orada evlenmiş ve çocukları olmuş. Dilek tuttuktan beş gün sonra kocası oradaki hayatını tamamen bırakıp gelmiş. Kadın da elinde içki ve yiyeceklerle Konak’ın yanına gelip, “Dileğim oldu. Bundan sonra sana ben bakacağım” demiş.
Konak’ın diğer müşterileriyse denizatlarını alıp, daha önce de söylediği üzere uğur getirmesi için evdeki akvaryuma koyanlar. Denizatları akvaryumda parazit ve taşların üzerindeki yosunlarla besleniyormuş. Son olarak, denizatların neden çift olarak sattığını soruyoruz Konak’a. O yanıtlarken, biz de bu canlıların son derece naif özelliklerinden birini daha hafızamıza kazıyoruz: “Tek yaşamıyor ki bu hayvan. Yalnız ölür bu, çatlar ölür. Bunlar çok sevecen hayvanlar yani. Birbirlerine sarılırlar hep. Kumru halt etmiş yanında. Vallahi, billahi. Görme bunları. Ayrılmazlar yani. Beş, altı tane koy buraya. Hep kendi eşine gider. Olmaz böyle bir şey ya!”


“Biz de farklı giyinelim ya!”
Mustafa Konak’ın kıyafetleri gerek renkleri gerek modelleriyle o kadar enteresan ki, giydikleri onu en az “denizatı” kadar ilgi çekici bir hale sokuyor. Kafanızı çevirip, ikinci kez ona bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz…
“Normalde de böyle giyiniyorum. Her şeyi özel yaptırıyorum, ayakkabıları bile. Eskiden Mahmutpaşa’da yaptırıyordum. Terzim öldü oradaki. Şimdi İstiklal Caddesi’nde bir yere yaptırıyorum. Bak, şu ayakkabının biri siyah, biri beyaz görüyor musun? Çift bu aslında, böyle yaptırıyorum çiftleri. Farklı olmak istiyorum. İnsanlar hep aynı giyiniyor. Bir otobüse biniyorsun, aynı renkler aynı kıyafetler… Biz de bir farklı giyinelim ya! Bu kıyafetlerimin satışlara da etkisi var, olmaz olur mu? Arabayla geçerken beni görüp duruyorlar. ‘Ne satıyorsun?’ diyorlar. Ondan sonra alıyorlar denizatlarını. Kimisi resim çekiyor falan. E, sen de giysileri gördün de geldin, di mi?”

Fotoğraflar: KORAY IŞIK

duygu erturk

"HA KIZIM HA! DE Kİ BİRNAZ TEYZE SABAH AKŞAM AĞLIYOR DE, GECELERİ UYUYAMIYOR DE"



Artvin’e bağlı, yemyeşil ağaçlarla bezenmiş bir köy burası. Etrafında yüksekliğine erişmesi zor dağlar… Dörtbir yanı çevreleyen dağların zirvesini sis bürümüş. Hava yağmurlu. Alt tarafında Çoruh Nehri var, coşkun akıyor. Bulunduğumuz cennetin adı Zeytinlik Köyü, nam-ı diğer Sirya.
Önce Batum üzerinden Hopa’ya, ardından şehir merkezine gidiyoruz. En nihayetinde bizi Sirya’ya götürecek olan küçük minibüse bineceğiz. Ancak, normalde 10 dakika sürmesi gereken minibüs yolculuğu, baraj ve yol yapımı nedeniyle 45 dakikaya çıkıyor.
Köye geldiğimizde yol kenarında ufak bir barınağı olan Nizamettin Akyürek ve köy muhtarı Yusuf Demirel karşılıyor bizi. Yağmur, Sirya tabiriyle “kamas kamas” yani usul usul yağmaya devam ederken, biz, yol kenarındaki masaya oturuyoruz.
Sirya, yapımı 1998’den beri süren Deriner Barajı nedeniyle bir süre sonra Çoruh’un suları altında kalacak. DSİ, kamulaştırma çalışmalarına çoktan başlamış. Siryalılar ise bu durumdan şikayetçi. Kısa süre önce kurdukları “siryaliyiz.biz” sitesinde de hem baraj ve yol inşaatından hem de kamulaştırmadan mağdur oldukları anlaşılıyor. Velhasıl, Artvin’in bu cennet mekanını ziyaret etmemiz, işin aslını merak etmekten.
Demirel, 11 yıldır Sirya’nın muhtarı. Bu tarihten beri de “istimlak edilen köye yeni yerleşim yeri verilsin” uğraşında. Köylünün gönlünden kopan, köylerini bırakmamak aslında. Ama bunun mümkün olmadığını bildiklerinden, Erzurum Karayolu ve Çoruh Nehri arasındaki 65 dönümlük Narlık Mevkii’ne yerleşmek istiyorlar. Hem orası yüksekte kaldığı için su basmayacak hem de oradaki kendilerine ait tarım arazilerini ekip, biçip kimseye muhtaç olmadan yaşayabilecekler. Ancak valilik, bu taleplerine olumlu yanıt vermemiş şimdiye kadar. Demirel, “Valinin yasal hakkı var. İstese bir günde bitirir bu işi ama vermiyorlar istediğimiz yeri” diyor. Köy halkının daha önce istediği Kilise Mevkii denen arazi de “orman arazisi” diye verilmemiş. Daha sonra dönemin Orman Bakanı Osman Pepe’nin izniyle yapılan incelemede arazinin orman değil çalılık olduğu tespit edilmiş ama bu süreçte valilik araziyi “orman arazisi”
kapsamına almış. Demirel, nev-i şahsına münhasır iklimiyle dikkat çeken vadinin kendilerinden habersiz birilerine pazarlanmış olabileceğini düşünmeye başlamış. “Yoksa niye vermesinler kendi arazimizi bize?” diyor.
Sirya’yı şehrin diğer köylerinden farklı kılan özelliklerinden biri mikroklima iklime sahip olması. Kiraz, erik, dut, üzüm, nar, zeytin, incir, yeni dünya, hurma… Kendi deyimleriyle “muz hariç her türlü meyva” yetişiyor burada. Ancak baraj ve yol yapımının neden olduğu toz, başta kiraz olmak üzere tüm meyve ağaçlarını kurutmuş, köy daha önce tüm ülkeye sattığı ürünlerden, kendi yemek için bile bulamaz olmuş. Tepemizde sallanan, kuru salkımı gösteriyor Demirel bize, Akyürek de anlatıyor: “Toz, toz! Bu yolu yaptılar ya onun tozundan kurudu hep.”
Demirel’in dediğine göre köylülerde hastalıklar da baş göstermiş. Alerji ve grip vakaları artmış. Demirel, doktordan “günde sekiz saatten fazla toz içinde kalınması hastalıklara yol açar” diye bir rapor almış. Köy halkı DSİ’ye dava açıp, hektar başına 1000 lira tazminat almış.
O sırada yağmur biraz şiddetleniyor. Biz de hem köyün içlerini görmek hem de köy halkının meramını dinlemek istiyoruz zaten. Arabaya atlayıp yokuşun ötesindeki köy kahvesine gitmek için yola çıkıyoruz. Yolda ekliyor muhtar Demirel: “Bölge İdare Mahkemesi’ne dava açıp, köyümüzün yerleşim yerini verene kadar burayı terk etmiyoruz.”
Arabayı kullanan Nizamettin Akyürek de iç geçiriyor: “Tarihten silecekler bizi. Sirya diye bir yer kalmayacak.”
Yolda bu ufak köyün evleri, yemyeşil bahçeleri gözümüze ilişiyor. Kendilerine has bir mimarileri var. Evler genelde üç katlı. Daha sonra geceyi geçirmek için Nizamettin Akyürek’in evine gittiğimizde göreceğiz; evlerin alt katları mutfak ve kiler olarak kullanılıyor. Köy meydanı dağa kurulduğundan, evler ve türlü meyve ağaçlarıyla bezeli bahçeler, belli ki binbir zahmetle, ucu görünmeyen yokuşlara işlenmiş. Tamamı yokuş sokaklardan, sırtlarında sepetlerle kadın ve çocuklar geçiyor. Köy çok yüksekte; başımızdan aşağı inceden yağmur boşaltan bulutları, uzansak yakalayacağız neredeyse. Derken… Köy öyle küçük ki, kahveye varmışız bile.


Köy kahvesi
“Devletle mahkemelik olmak istemedik ama…”

Kahvede konuşlanan erkekler haberci olduğumuzu duyunca pek seviniyor. Ortada dağılmış okey masaları, açık tavlalar var ama bırakıyorlar hepsini. Oturduğumuz masanın etrafında toplaşıp, anlatmaya başlıyorlar: “Köyümüzü boşaltıyorlar. Hak ettiğimiz parayı vermiyorlar. Yukarıdaki yeri satın bize diyoruz. Onu da vermiyorlar.”
İlkin 67 yaşındaki Süleyman Şimşir konuşuyor: “Burada vatandaş kimseye muhtaç olmadan iki dönümlük araziyle karnını doyurmuş, çocuğunu büyütmüş, okutmuş. Şimdi kamulaştırmadan para alan yok.”
- Ne kadar verdiler sizin malınıza?
Şimşir: “Üç katlı ahşap eve, etrafındaki arsayla beraber en fazla 50 bin lira veriyorlar. Evim yok, işim yok. Ne yapacağım verdiği parayla? Nere giderseniz gidin diyorlar sonra. Böyle insanlık mı olur?”
- DSİ’den gelen yetkililere de söylüyor musunuz bunları?
Hüseyin Yazıcı: “Beyefendi diyoruz, biz mağdur oluyoruz. Bize en azından bir köy yeri verin. Çıkalım da evimizde ikamet edelim. Amma velakin çözüm getirmiyorlar. Çocuğu mu evlendireceğiz? Ev mi yapacağız? Yaşayacak mıyız?”
-Yusuf Demirel: “Geliyorlar buraya senin evin bu kadar eder demeye. Kahvenin yanından geçip, gidiyorlar. Dön de bir selam ver. Düşman mıyız biz?”
- Peki bağı, bahçesi olan var mı aranızda?
Şükrü Gündağ: “Benim var. Hemen hemen tüm meyveleri, sebzeleri yetiştiriyorum bahçemde.”
-Baraj inşaatı etkiledi mi verimi?
Şükrü Gündağ: “Etkilemez mi? Toz yüzünden eskisi kadar verim alamıyorum artık, para da kazanamıyorum tabii. Bu durum insanları göçe de zorluyor biliyor musunuz? Her şeyimizi kaybedeceğiz, iflas etmiş bir fabrikatör gibi.
O sırada kahveye biri giriyor. Hemen yanımıza gelip, kendini tanıtıyor: “İsmail Mustafaoğlu, Deriner Baraj Köyleri Derneği Ankara Başkanı…”
Yusuf Demirel: “Amaan! Baraj Mağdurları Derneği yazıver sen şuna!”
Dernek Başkanı Mustafaoğlu en çok, kamulaştırmada yapılan haksızlıktan yakınıyor.
- Barajdan şikayetçi değil misiniz peki?
İsmail Bey: “Eğitimli insanlarız biz, baraja karşı değiliz. Sadece, hakkımız olan verilsin. Yasal yolları tüketip, devletle mahkemelik olmak da istemedik ama onlar hep kuruş hesabı yaptılar.”
-Diğer barajların yapımında istimlak edilen yerler daha mı pahalıya kamulaştırılmıştı?
Mustafaoğlu: “Mesela Keban Barajı sırasında sular altında kalan yerleri kamulaştırırken, o zamanın parasıyla trilyonlar harcadılar. Tüm Çoruh Nehri kıyısındaki köylerde kamulaştırılacak arazi ise yok denecek kadar az. İnsanların hakkını verseler, kamulaştırma masrafı yine yüzde 5’i geçmez zaten.”

“Hadi kardeşim, burası devletin malı!”
Sirya halkının ailelerine ait olan mezarlar da kamulaştırılmış. Mezarlık, köy yerleşiminin biraz aşağısında. Dolayısıyla Çoruh Nehri’ne daha yakın olduğu için sular altında kalacak ilk yer olacak. DSİ, köylülerden mezarlarını taşımalarını istemiş. Karşılığında da 300 lira teklif etmiş. Yusuf Bey anlatıyor: “Diyorlar ki, mezarınızı taşıyın, 300 lira verelim. Ben babamın, dedemin mezarını mı satacağım sana? Anılar para etmez, insanı hayata bağlar. Bize bir mezarlık yeri göstersinler. Her mezardan bir avuç toprak alıp sembolik bir anıt mezar yapalım. İsimleri de yazalım ki insanlar bayramda ziyaret edebilsin.
Sirya halkının arazi değerleri için bir sonraki keşif 11 Temmuz’da yapılacak.
Şimdi Siryalılar, henüz ellerine bile geçmeyen, “gönlümüzden kopan bu değil” dedikleri kamulaştırma payı ve her an “hadi kardeşim, burası devletin malı!” denilip belirsiz bir yere gönderilecekleri günü korkuyla bekliyorlar.


Sıyrılmış, siryilmiş, siryil, Sirya…
Köyle ilgili araştırma yaparken, köyün iki isminden biri olan Sirya’nın şarap anlamına geldiğini okumuştuk. Soruyoruz köylülere:
“Sirya şarap demekmiş, öyle mi?”
Mustafaoğlu: “Bu konuda farklı rivayetler var ama…” diye açıklama yapmaya çalışırken Süleyman Şimşir görevi devralıyor: “Bak kızım ben anlatayım. Yukarıdan sıyrılıp toprak gelmiş bak görüyor musun? Sıyrılmış derken, sıryılmış, siryilmiş, siryil… Oradan Sirya olmuş.”
Kahve sohbetimiz bitiyor. Bu arada yağmur, getirdiği toprak kokusuyla, çiselemeye devam ediyor. Biz de köyün kadınlarıyla konuşmak için az ötedeki muhtarlık binasına gidiyoruz.

Köyün kadınlarıyla muhtarlıkta…
“Başbakan yerimi verecek. Aynen böyle yaz, okusun!”
Gonca Yağcı (28) üniversite mezunu, işsiz
“Evimiz var bizim iki katlı. Annemle ben yaşıyoruz. Kız kardeşim Pamukkale’de okuyor. DSİ arazimize 25 bin lira gibi bir para uygun buldu. Yeterli görmedik, DSİ’ye dava açtık. En azından bir evimiz olacak kadar para istiyoruz. Kardeşimin son senesi. Yemeyiz onu okuturuz gerekirse ama niye bu duruma düşürüyorlar bizi? Muz dışında her tür meyveyi yetiştiriyorduk. Şimdi yemeye kiraz kalmadı. Eskiden yağmur yağardı, şimdi çamur yağıyor. Bizimle ilgilenmiyorlar.”
Birnaz Gündağ (70) ev hanımı
“Süt sağıp, satıyorum. İki tane oğullarım var. Eşim de gitti bu dünyada yalnız kaldım. Hükümet diyor ki biz sana para verdik. Ben nerede yaşayayım o parayla? Bu topraklar kiraz verir, peşine incir verir, zeytin yetişir. Barajdan sonra zeytinlerin vermesi de bitti, kiraz da, domates de. Yaprak kalmadı tozdan. Her yere yardım etti hükümet. Gördük televizyonlarda. Buzdolabı, bulaşık makinesi verdi. Başbakan bana da para verecek. Yerimi de verecek. Aynen böyle yaz, okusun. Barajı çıkarttılar başıma. Ben başka yerde duramıyorum, hastalanıyorum. Sanki senin memleketinden mi istiyorum? Vermiyoruz yerimizi. Başbakan gelsin alsın!”

Artvin Valisi Cengiz Aydoğdu:
“Oraya yeni iskan göstermek zorunda değiliz!”
-Sirya halkı köyün yukarısındaki Narlık Mevkii’ni istiyor. Bölge neden onlara verilmiyor?
C.A: Bakın, bundan yaklaşık 10 sene evvel Sirya’da basit bir referandum yaptık. Yeni iskan mı istiyorsunuz, kamulaştırma mı? Halk, yeni yerleşim yerini değil, mallarının kamulaştırılmasını tercih etti. Malları da kamulaştırıldı. O nedenle, oraya yeni yerleşim yeri göstermek zorunda bile değiliz aslında.
-Ama köylüler, mallarının, değerlerinden çok aşağıda kamulaştırıldığını ve bu paralarla yaşamlarını sürdüremeyeceklerini düşünüyor. Ne diyeceksiniz?
C.A: Böyle düşünenler yargıya gitti zaten. Yargı da son kararı verdi. Üstüne ne söylenebilir? Ayrıca biz onlara istedikleri Narlık Mevkii’ni de veriyoruz aslında ama orası 70 hanelik yer. Köyde 120 aile var. “Aranızda anlaşın, gelin yerleşin” dedik. Anlaşamadılar. Biz n’apabiliriz?
-Siryalıların mağduriyetini azaltacak bir proje var mı peki?
C.A: Köy büyük oranda göç verdi zaten. Yeni yer isteyenlerin çoğu Bursa’da, Ankara’da, İstanbul’da yaşıyor. Ama köyde bağlarının olması önemli, farkındayız. Köyün tüzel kişiliği, halkın tercih ettiği bir mecrada devam edecek.

Sirya’nın yerel ağzı
Sirya halkının kökeni Ahıska Türkleri. Köy, uzun yıllar Osmanlı, Gürcü ve Rus egemenliğinde kalmış. O nedenle halk, çeşitli dillerin etkisini taşıyan bir ağızla konuşuyor. İşte Sirya ağzından bazı kelimeler ve anlamları:
acuhcucuh: başkasını kıskandırmak için söylenen söz
akozagelmek: inadını yenmek
baton: hanfendi, saygıdeğer hanım
cibbağa: ufak tefek çocuk
efsene: salak, aptal, akılsız
inki-munki: söz vermemek için kıvırtmak
lorpapa: zevksiz görüntü
nabecit: niçin
makaka-vakaka: kurbağa
palak: köpek yavrusu
salakhane: işsiz, avare
tatanlanmak: çabalamak

Fotoğraflar: KORAY IŞIK

duygu erturk

"MODERN MESİH" ALEME KARŞI





Fotoğraf: GÜVEN POLAT

Radikal İslamcı. TKP’yle Nato karşıtı, Saadet Partisi’yle İsrail karşıtı, Küresel BAK’la nükleer karşıtı protestolara katıldı. 98’de düzenlediği türban eyleminde tutuklandı. Bu toz, duman arasında bir dönem yerel gazetelerde medya eleştirisi ve Taraf Gazetesi’nde spor yazıları yazdı. İnsan, tam zamanlı aktivist, çokyönlü muhalif Ahmet Vehbi Şafak’ın protestocu ruhunun nereden geldiğini ve nelere pankart kaldırdığını merak etmeden yapamıyor.
Yaklaşık beş saniyeyle Kadıköy vapurunu kaçırdığımız için bindiğimiz Üsküdar motorundan iniyoruz. Ahmet Vehbi Şafak: “Bu motorları kaldırmaları, vapur seferlerini arttırmaları lazım. Belediye motorcularla anlaşıyor büyük ihtimalle” diyor hemen. Röportaj yapma vesilemiz kendisinin tam zamanlı bir eylem adamı olması olunca bu girizgah hiç şaşırtıcı gelmiyor. Sonra birden, “Bugün Pakistan eylemi vardı ama sıcakta gitmeye üşendim” deyince soruyoruz: “ Nasıl takip ediyorsun “günlük protesto programı”nı? “İnternetten” diyor, “solcu gruplar için, “indymedia”, İslamcı gruplar için ….’ye bakıyorum.”
Konuşmak için Kadıköy’e gidiyoruz, bir kafeye oturuyoruz: “Burası gürültülü be!”
E, kalkalım o zaman. Hesap geliyor. Şafak bu sefer gelen 10 liralık hesabı çok buluyor: “Ya biz ne içtik de bu kadar para alıyorlar? Yazacağım bunu bir yere. Lanet olsun yerli işletmelere. Benim gibi adamı ne hale getirdiler! Starbucks’a gidelim bari.” Sohbetimiz, Şafak’ın hayatında ilk kez uğradığı Sturbucks’ta sürüyor.
Ertesi gün, birkaç fotoğraf almak için tekrar görüşüyoruz. Alışmış olacak, “Yine Starbucks’a gelin diyor Şafak, “balkondayım.” Bir arkadaşıyla oturan Şafak’la biraz daha sohbet ettikten sonra yanından ayrılıyoruz. O sırada yanında oturan arkadaşı Kemal bağırıyor: “Vehbi’yi sadece eylemci olarak yazmayın ha! Daha fazlası var onda; karikatür bu adam!”

“Liseyi bitirene kadar düzenli bir protesto hayatım yoktu”
Ahmet Vehbi Şafak 1977 Üsküdar doğumlu. Anne İngilizce öğretmeni, “ülkücü”; baba çocuk doktoru, Refah Partisi ekolünden “radikal İslamcı”. O nedenle küçük yaşlardan beri güçlü siyasi ilişkiler içinde. İlkokulu Adapazarı’nda okuyan Şafak, ortaokulu “çok disiplinliydi, o yüzden dışarıyla siyasi bağlantı kuramadım” dediği İstanbul Erkek Lisesi’nde, liseyi “ne güzel, rahatlıkla dışarı çıkabiliyorduk geceleri” dediği İstanbul Atatürk Fen Lisesi’nde tamamlar. Böylece ileride onu ülke çapında bir aktivist yapacak olan “eylemlere katılma macerası” da başlar: Beyazıt’taki Cuma eylemleri, Baba Bush karşıtı ve Cezayir olaylarıyla ilgili eylemler...
“Liseyi bitirene kadar düzenli bir protesto hayatım yoktu. Lise 1’deyken Bosna Savaşı’nı protesto etmek için toplandık, cami çıkışında bildiri dağıtırken gözaltına aldılar. Yasalar daha sıkıydı o zamanlar. Şimdi isteyen istediğini dağıtıyor.”
Lisenin akabinde mülakatla kazanılan Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi gelir: “Çok gevşek bir ortamı vardı okulun. Girer girmez aktif protestoculuğa başladım. Fakültede ÖDP’den ve daha radikal sol gruplardan arkadaşlarım vardı. Bizim okulda tüm farklı gruplar birbirleriyle iyi geçinirdi. ” Kendisinin alameti farikası, kendi ideolojisini bir kenara koyup, “herkes”le eyleme katılmasıydı zaten. Soruyoruz:
“İşçi Partisi’yle(İP) eyleme katılıyorsun, sonra Taraf gazetesi için eylem yapıyorsun. Küresel BAK’la nükleere karşı eyleme katıldığın gün, Saadet Partisi’yle Gazze eylemine katılıyorsun. Karışık değil mi biraz?”
A.V: “Ben adaletten, ezilenden yanayım. Bir bakıyorsun İP dört dörtlük bir hareket yapıyor, orada onlara katılmam gerekiyor. İP şimdi azınlıklar konusunda devletin safına geçti; onaylamıyorum ama Amerika karşıtı bir eylem yapsalar ona da katılırım.”
“Olay çıkarsa sıvışırım hemen”
Ahmet Vehbi Şafak’ın katıldığı eylemlerden birinde, “ön planda olduğu için” tutuklanmışlığı da var: “98 Haziran’ıydı. Kemal Alemdaroğlu türbanlıları okuldan içeri sokmuyordu. Eyleme katılanları okuldan attırıyordu. Biz de okuldan atılmalara karşı eylem yaptık. 13 kişi gözaltına alındı. Ben, kardeşim ve bir arkadaş tutuklandık. 40 gün içeride yattık.”
“Eylemin biri gitsin, diğeri gelsin” tadında bir yaşam formu, gözaltılar, tutuklanma ve illa ki hır gür… İşin içine bir de 32 yaşına gelen Şafak’ın işsiz olması girince ailenin tepkisini merak ediyoruz: “Ailem akademik kariyere önem verdiği için yüksek lisans yaptım, şimdi doktora var. O yüzden çok baskı yapmıyorlar. Kardeşim de üniversitede sola kaydı. İşçi Kardeşliği Partisi’yle takılıyor. Ona da bir şey demiyorlar.”
İnsanın özgeçmişinde bunca eylem olunca, protestolar esnasında kendini korumayı da öğreniyor doğal olarak: “Belli bir örgüte bağlı olmayan grupların yaptığı eylemler olay çıkmasına daha meyilli” diyor Şafak, “baktım cam, çerçeve iniyor. Durmam, sıvışırım hemen.”
Şafak’ın eylemciler aleminde en çok kendinden söz ettirdiği olay da Bush’un suratına ayakkabı fırlatan gazeteciyi desteklemek için düzenlediği protesto. Şafak bunun için facebook’ta grup kurar, eylem tarihi belirlenir. Sonuç, fiyasko: “Eylem sabahı baktığımda 410 kişi vardı” dediği gruptan, protestoya, kendisi dahil beş kişi katılır. Dokuz muhabir, dört kameraman da haber yapmak için gelince ajanslar, “beş kişinin katıldığı eyleme bir sürü gazeteci gitmiş” diye haber yapar. Şafak bu fiyaskonun da etkisiyle protesto ediyor facebook’u: “Canı sıkılan facebook’ta bir şeye üye oluyor. Münevver Karabulut cinayeti için üç eylem düzenledik. Birincisinde 33 kişi vardı, 7 kişi geldi. İkincisinde 120 kişi vardı 10 kişi geldi. Üçüncüsünde 65 kişi vardı 7 kişi geldi. Facebook’ta grup kurmak kolpacılık yani.”

“Liseli gençleri düzeltemeyiz herhalde”
Pankart sallamak için meydandan meydana koşan “eylem adamı” Ahmet Vehbi Şafak’ın içten içe isyan edip, henüz protesto etmediği/edemediği durumlar var mıydı acaba? “Var tabi” diyor, başlıyor sıralamaya:
“Mardin’de yaşanan olayı protesto etmek istiyorum. Farklı gruplar organize olup onunla ilgili bir eylem hazırlasalar, seve seve katılırım.Toprak ağalığını protesto ederim. DTP’liler, AKP’liler, CHP’liler hayatlarında toprak ağalığını karşı ne yapmışlar? Aksine hepsi aşiretten besleniyor. Ahmet Türk toprak ağası bir aşiretin çocuğu. Bir de AKP’nin siyasi ve ekonomik politikalarına karşı eylem yaparım. İzmir’de efsane savcıyı AKP, CHP el ele görevden aldı. MHP o eylemi yapsaydı AKP’ye ve CHP’ye güzel bir gol olurdu.”
Şafak’ın İstanbul’la ilgili şikayetleri de var: “Hizmete sunulmayan metrobüsler; dolmuşlar ve halk otobüsleri kaldırılsın. Taksiler devlete bağlansın; taksi şoförü devlete bağlı memur olsun. Belediyeler çay bahçelerini özelleştirmesin. Liseli gençler vapurda kahkahalarla gülüyor. Ama onları düzeltemeyiz herhalde. Sıcaklardan da hoşlanmıyorum. Bir de nüfus çok fazla ondan da rahatsız oluyorum.
Ahmet Vehbi tuvalete gidiyor. Döndüğünde ekliyor: “Ha bir de bedava umumi tuvaletlerin arttırılması lazım.”
Ahmet Vehbi Şafak için, “çokyönlü muhalif” demiştik. İşte Şafak’ın hayatında yer tutanlar:


Din…
"Lost'a inanıyorsunuz da Allah'ın gazabına niye inanmıyorsunuz?"
Ahmet Vehbi’nin babası Refah Partili olduğundan, din onun hayatında başrolde. Farklı ideolojilerden muhtelif gruplarla eylemlere katılan Şafak’ın ideolojik olarak durduğu yer, radikal İslamcılık. Başında Numan Kurtulmuş’un olduğu Saadet Partisi’ne sempati duyuyor. Türkiye’ye şeriat gelsin istiyor.
“Özgürlük ve adalet için eylemlere katılan birinin şeriat istemesi ilginç değil mi?”
A.V: “Yani şöyle, Mardin’de 45 kişiyi öldüren herifler Mardin’in göbeğinde asılmalı. Şeriat kanunu gelmeli.”
“Kişisel özgürlükler n’olacak?”
A.V: “Yani şeriat gelse, kadınlara türban zorunlu olsa, ben o kadınların başlarını açma hakkı için eylem yapmam. İslam’a karşı çıkmış olurum o zaman. Bak şurada İslam’a aykırı hiçbir şey yok. Belki kıyafetler biraz… Neyse, özgürlükçü olmadığım da çıktı böylece ortaya. Muhalefet de bari bana. Ya da istediğini söyle, diple!”
Bir arkadaşının anlattığına göre Şafak’ın dinle ilgili patlattığı son bomba, Taksim'de bir kahve masasında Muhsin Yazıcıoğlu'ndan çıkıp Lost'a giden muhabbetten: "Lost'a inanıyorsunuz da Allah'ın gazabına niye inanmıyorsunuz?"


Polis…
Statta müttefik, eylemde muhalif
Neredeyse bütün protestolara katılan bir eylemci olarak Şafak, polisle çok sık karşılaşıyor, eylemler sırasında polisle karşı saflarda yer alıyor. Çok değil, “bazen” polis dayağı yediğini söylüyor ama konuyu çabuk geçiştiriyor: “Arada tazyikli su yedik falan…”
Şafak’ın “polisle ilişkiler”ini nevi şahsına münhasır kılan nokta ise, topluma zarar verenlere karşı polisin yanında saf tutması. “Bazı tipleri polise şikayet etmişliğim de var. Baktım sokakta olay var. Adamın elinde bira şişesi, yere atıyor. Arıyorum polisi” diyor ve ekliyor: “Polis asıl adi suçlarla ilgilensin zaten, ideolojileriyle ilgili eylem yapan, bilinçli insanlarla değil.”

Futbol…
“Futbol sevenlerin hepsi topluma zararlı”
Röportaj boyunca Şafak’ın telefonu hiç susmuyor; arayandan, Karşıyaka-Boluspor maçının gidişatını öğreniyor. Kadıköy’e gitmek için bindiğimiz takside de maç dinlemişti zaten. Tüm izler, Şafak’ın futbolla yakından alâkalı olduğu malûmatına götürüyor bizi.
“Hangi takımı tutuyorsunuz?”
A.V: “Fenarbahçe, Sakaryaspor bir de Sivasspor.”
“Niye üç takım?”
A.V: “E, her hafta bir kere seviniyorum garanti.”
Beşiktaş ve Galatasaray dışında hiçbir takıma antipatisi yokmuş Şafak’ın. Ama biz onunla ilgili araştırma yaparken, üzerinde Beşiktaş formasıyla çekilmiş bir fotoğrafını görmüştük. Bunu söylediğimizde, “adaletli taraftar nasıl olunur”u öğreneceğimiz cevabı alıyoruz: “Evet ama Beşiktaş Efes’ten iyi oynuyor. Hem Efes şirket takımı olduğu için nefret ediyorum onlardan.Yıllarca şampiyon oldular basket liginde. Ben ezilenin yanındayım. Fenerliyim ama Fenerbahçe de üç sene üst üste şampiyon olsun istemem.”
Şafak, Van Hooijdonk’un Türkiye’ye geldiği gün, onu karşılamak için, Kadıköy Meydanı’ndan tanıdık, tanımadık milleti toplayıp otobüse bindirmiş. Bir de Fener yeniliyor mesela, insan toplayıp gidiyormuş yine. Olay çıkaran, küfür eden, şişe fırlatan “tip”leri polise şikayet ediyormuş.
“Futbolla ilgilenmek aslında boş iş” diyor Şafak ve oturduğu yerde futbolseverleri protesto ediyor: “Futbol sevenler genelde cahil, cühela tipler. Hepsi topluma zararlı. Ama işte futbol sevgisi bizde bağımlılık olduğu için vazgeçemiyoruz.”


İnternet…
“Aydın Doğan …yesin, en büyük sensin!”
Ahmet Vehbi Şafak hayranları internette toplaşmış, siberalemde Şafak rüzgarı estiriyorlar. Facebook’ta Şafak adına açılmış “Ahmet Vehbi Şafak Sevenler Derneği” var. Sayfa açıldığında Şafak’ın eskiden kalma komik bir fotoğrafı çıkıyor karşınıza ama biraz gezindiğinizde onun ünlü bir yıldız olduğu hissiyatına kapılıyorsunuz. Zira hayranları onun kırda, bayırda çekilmiş artistik fotoğraflarını da koymuşlar siteye. Fotoğraf altlarına yazılan yorumlar da hep, “büyük patron”la başlıyor. Derneğin sloganı, “Aydın Doğan … yesin, en büyük sensin”. Grup kapalı, yani sadece davetiye gönderilenler üye olabiliyor. Buna rağmen üye sayısı, bazı ünlüleri bile sollamış; tam 165! Üstelik kendisi bu siteye üye değil. Neden diye sorduğumuzda, “Eylemlerle ilgili olsaydı üye olurdum ama kişisel site açmışlar, utanırım” diyor. Birinci dereceden akrabalarına da yasaklamış üye olmayı.
Ekşisözlük’te de Şafak’la ilgili tam üç sayfa yorum yapılmış. Bazıları oldukça ilginç:
-chavez, ahmedinejad ve doğu perinçek'i türkiye'de bir mitingde biraraya getirmenin planını yapan adam. o üçünü toplasın, söz ben de nasrallah'ı ayarlıycam. (cnbce)
-israil'e karşı filistin halkının siper arkadaşı, amerika’ya karşı ırak halkının yoldaşı, cem garipoğlu’na karşı münevver karabulut'un sıra neferi olarak meydanları eylemlerle donatan adam. (kent yorgunu)
-annesinin arabasıyla istanbul'un değişik semtlerinden eski dergiler topladığı rivayet edilir; eskiler alır iyilikler verir; kötülükler görür yine de iyilikler verir. (ama arkadaslar iyidir)
-gün içinde söylediği sözleri bir kenara yazsam bacon'dan daha çok özlü söze sahip olurdu. (nihavent uvertur)
duygu erturk