13 Ağustos 2009 Perşembe

DENİZATLARININ “GÜLLÜ BABA”SI



Arnavutköy’le Kuruçeşme’nin kesiştiği yerde, Robert Koleji’nin tam karşısına denk düşen noktada allı, dallı hatta taşlı gömleği, renkli pantalonu, hasır şapkasının üzerine her daim itinayla yerleştirilmiş kırmızı gülü ve pos bıyıklarıyla bir adam dikkatinizi celbeder. Ayakkabısının biri bir renktir, diğeri başka bir renk… Tecrübeyle sabittir; o sırada ne iş yaparsanız yapın, döner ve bu adama ikinci bakışınızı fırlatırsınız. Oradan geçen hemen herkes gibi bizim de merakımız kabarıyor; “Bu nevi şahsına münhasır şahıs kimdir? Önünde durmak suretiyle epey uzaktan bile parlayan kavanozun içinde yüzen yaratıklar nedir?..” Merakımıza yenik düşüp, biraz çekinerek yanına gidiyoruz. Öğreniyoruz ki, simsiyah pos bıyıklarının altından gülümseyerek bize cevap veren “Mustafa Konak” dokuz yıldır, her yaz aynı yerde denizatı tutup, satıyormuş. “Ne kadar enteresan!” diyoruz haliyle. Malumunuz, denizatı tutmak ya da satmak ülkemizi geçin, dünyada seyrek rastlanır türden bir meşgale. Bu vesileyle Mustafa Konak’la “denizatı merakının nereden çıktığı”ndan başlayıp, “nasıl denizatı tutulur”a uzanan bir sohbette buluyoruz kendimizi… Biz sohbet ederken, yanından hiç ayırmadığı eşi Fatma Konak da az ötedeki kaldırımın kenarında, her zaman oturduğu sandalyesinde oturuyor.
59 yaşındaki Mustafa Konak’ın macerası 14 yaşındayken, tek başına memleketi Kastamonu’dan İstanbul’a gelmesiyle başlıyor. 74’ten beri Arnavutköy’de yaşıyor. Oturduğu semtte, fötr şapkasının üzerine kondurduğu çiçeklerden olsa gerek, ona “Güllü Baba” diyorlar. Onun deyimiyle, “ ‘Güllü Baba nerde?’ diye kime sorsak gösterir”.
Konak’ın büyük şehir macerasında önce kumarhane işletmeciliği var. Konak, yıllarca “sabahı yok, uykusu yok” dediği bu işle iştigal ettikten sonra, sigara kokusuna ve “ite, kopuğa” daha fazla dayanamayıp, kendi deyimiyle emekli olmuş. “37 sene bilfiil yaptım bu işi ama çekemedim, kaldıramadım artık!” diyor. Emekliliğin ardından, evde boş oturma bunalımına giren Konak’ın hikayesinin geri kalan kısmı ise “bir kitap okudum, hayatım değişti” tadında. Önceleri ne yaparıma dair bir fikir yokmuş kafasında. Ta ki, ünlü Fransız denizci Kaptan Kusto’nun bir kitabı eline geçene dek… Anlatıyor: “Bir gün Kaptan Kusto’nun bir kitabını buldum. Okudum. Denizatı nasıl yakalanır, ona kafam takıldı. Sonra deniz kenarında olduğumdan dolayı, indim buraya. Baktım denizatı tutabiliyorum. Satmaya başladım sonra.”

Nasıl denizatı tutulur?
Biz sohbet ederken, yanımızda duran tombul kavanozda iki tane denizatı yüzüyor. Konak’ın elindeyse bir urgan var, olta değil. En çok merakımızı celbeden hususa geliyor sıra: Konak denizatlarını nasıl yakalıyor?
Önce isteksizce dudak kıvırıp, “Sır bu ya, söylenmez ki!” diyor, sonra, “E, söyleyeyim hadi!”… Başlıyor anlatmaya: “İlk önce iki, üç kilo hayvan akciğeri alıyorsun. Onu demire sardıktan sonra “papara” yapıyorsun. Arasına da urganı sıkıştırıyorsun. Kırmızı şaraba batırıyorsun. Deep freeze’de iki gün donduruyorsun. Taş gibi oluyor. Derin bir yere bırakıyorsun onu sonra. O denizde eriyor, esansını yayıyor. Denizatları kayalıklardan çıkıp, buna yapışıyor. Canlı çıkartıyorsun sonra.”
Konak’ın onca zahmete katlanıp hazırladığı; şarabını, etini eksik etmediği bu leziz tarife, bazen de çevre sulardan köpekbalıkları ortak oluyormuş. Konak köpekbalıklarını, iki elini birbirinden olabildiğince uzaklaştırarak tarif ediyor: “4, 5 m uzunluğunda taa böyle.”
Konak yalnızca yazları Kuruçeşme’yi mesken tutuyor. Çünkü denizatlarını yakalamak sıcak aylarda daha kolay oluyor: “Kışın kayalıklara giriyor. İmkan yok yakalamaya. Bir kış bunlardan buluruz diye Karadeniz’e bile gittik. Yok, gelmiyor.”

“Denizatı giren eve hırsız girmez”
Konak, binbir meşakkatle yakaladığı denizatlarının çiftini 100 dolara satıyor. Meblağ kimilerine fahiş gelebilecek cinsten olsa da, gerek bu hayvanatı yakalamak zor olduğundan gerekse kendi yeganeliğini bildiğinden “tam da emeğimin hakkı bu para” diyor. Telefonunun hiç susmadığını, ta Adana’dan, İskenderun’dan gelen siparişleri yetiştirmekte çok zorlandığını da anlatıyor Konak. Ama o, denizatlarının bu kadar pahalıya satılmasını kendi namından ziyade, bu hayvanatın özelliklerine bağlıyor. Bizse denizatlarıyla ilgili sadece “erkeklerinin hamile kaldığını ve yumurtladığını” bildiğimizden, bahsi geçen özellikleri merak ediyoruz. Konak denizatının uğur getirdiğini söylüyor: “Denizatı giren eve hırsız girmez. Bereket olur evde, bir güzellik olur. Ne diyeyim ya, her şey güzel ya!”
Doğada son derece seyrek bulunan bu hayvanın özelliklerinin saymakla tükenmeyeceği belli. Zira Konak devam ediyor: “Evde yemek olmasın, bir su içsen karnın doyar. Cebine koy bunun kurusunu, parasız kalmazsın. Hiç paran yok, yolda gidiyorsun. Birisi düşürür bir yerde. Bulur, çantana koyarsın yani.” Eklemeyi de ihmal etmiyor: “Ben de yolumu buluyorum bundan.”
İşte bir özellik daha! Canlı denizatını denize attığınızda tuttuğunuz dilek mutlaka gerçekleşiyormuş. Konak’ın müşterileri de denizatını daha ziyade dilek tutmak için alıyormuş. Konak da bu dileklerin gerçeğe dönüştüğüne bizzat tanık olmuş. Anlattığına göre kendisi yine bir akşam “Denizatı! Denizatı!” diye bağırırken, bir kadın yanına gelip, “ne işe yarar bu?” demiş. Konak da, “Alıyorsun, denize atıyorsun. Dileğin gerçek oluyor” demiş. İki tane alan kadın bir hafta sonra elinde poşetlerle tekrar gelince Konak korkup, ‘Allah, kesin denizatları öldü. Kadın bana saldıracak’ demiş içinden. Oysaki dileği tuttuğu için teşekküre gelmiş. Kadının kocası Avustralya’ya kaçıp, orada evlenmiş ve çocukları olmuş. Dilek tuttuktan beş gün sonra kocası oradaki hayatını tamamen bırakıp gelmiş. Kadın da elinde içki ve yiyeceklerle Konak’ın yanına gelip, “Dileğim oldu. Bundan sonra sana ben bakacağım” demiş.
Konak’ın diğer müşterileriyse denizatlarını alıp, daha önce de söylediği üzere uğur getirmesi için evdeki akvaryuma koyanlar. Denizatları akvaryumda parazit ve taşların üzerindeki yosunlarla besleniyormuş. Son olarak, denizatların neden çift olarak sattığını soruyoruz Konak’a. O yanıtlarken, biz de bu canlıların son derece naif özelliklerinden birini daha hafızamıza kazıyoruz: “Tek yaşamıyor ki bu hayvan. Yalnız ölür bu, çatlar ölür. Bunlar çok sevecen hayvanlar yani. Birbirlerine sarılırlar hep. Kumru halt etmiş yanında. Vallahi, billahi. Görme bunları. Ayrılmazlar yani. Beş, altı tane koy buraya. Hep kendi eşine gider. Olmaz böyle bir şey ya!”


“Biz de farklı giyinelim ya!”
Mustafa Konak’ın kıyafetleri gerek renkleri gerek modelleriyle o kadar enteresan ki, giydikleri onu en az “denizatı” kadar ilgi çekici bir hale sokuyor. Kafanızı çevirip, ikinci kez ona bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz…
“Normalde de böyle giyiniyorum. Her şeyi özel yaptırıyorum, ayakkabıları bile. Eskiden Mahmutpaşa’da yaptırıyordum. Terzim öldü oradaki. Şimdi İstiklal Caddesi’nde bir yere yaptırıyorum. Bak, şu ayakkabının biri siyah, biri beyaz görüyor musun? Çift bu aslında, böyle yaptırıyorum çiftleri. Farklı olmak istiyorum. İnsanlar hep aynı giyiniyor. Bir otobüse biniyorsun, aynı renkler aynı kıyafetler… Biz de bir farklı giyinelim ya! Bu kıyafetlerimin satışlara da etkisi var, olmaz olur mu? Arabayla geçerken beni görüp duruyorlar. ‘Ne satıyorsun?’ diyorlar. Ondan sonra alıyorlar denizatlarını. Kimisi resim çekiyor falan. E, sen de giysileri gördün de geldin, di mi?”

Fotoğraflar: KORAY IŞIK

duygu erturk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder