14 Aralık 2009 Pazartesi

RUHR: Sanayi bölgesinden kültür başkentine

















Ruhr, 1. ve 2. Dünya Savaşları sırasında önemli bir “silah imalathanesi”yken savaş bittikten sonra Avrupa’nın çelik ve kömür kaynağına dönüştürülmüştü. Uzun yıllar sanayi ve maden bölgesi olan şehir en nihayetinde müthiş bir kentsel dönüşüm projesiyle tersyüz edilip, tam bir kültür merkezine dönüştürüldü. Sonuç: Şehir, İstanbul ve Macaristan’ın Pec şehriyle birlikte 2010 Avrupa Kültür Başkenti. Sloganları ise şehri ambardan sergi salonuna dönüştüren 15 yıllık süreci iyi özetliyor: “Kültürle değişim, değişimle kültür”Ruhr 2010 ekibi, programlarını 24 Kasım’da Ceylan Intercontinental Otel’de düzenlenen bir gecede tanıttı. Biz de şehrin müthiş değişimini ve 2010 içinde Ruhr’u ziyaret edenlerin nelerle karşılaşacağını Ruhr Uluslararası İlişkiler Komisyoneri Prof. Hans-Dietrich Schmidt’le konuştuk.

*2010 Avrupa Kültür Başkenti olmak Ruhr için ne ifade ediyor?

Öncelikle şunu düşünmek lazım: “Kültür ne demek?” Çünkü, kültür çok karmaşık bir konu. Bizim için esas olansa işin uluslararası boyutu. Değişimimizi herkese göstermek istiyoruz. Yola çıkış noktamız bu. Bunun için çok iyi bir organizasyon yaptık. “Burada her şey eksiksiz, muhteşemiz” demiyoruz. Elbette problemlerimiz var. Doğru soruları soruyor ve çözüm arıyoruz. Umarım başarılı oluruz.

*Ruhr bundan yaklaşık 20 yıl evvel dünyanın önemli sanayi şehirlerinden biriydi. Şimdiyse Avrupa Kültür Başkenti oluyor. Nasıl oldu bu değişim?

Dediğiniz gibi, bu 15 yıllık bir değişim süreci. Sanayi şehri olarak anılırken, bu değişime zemin hazırlayan uzun bir düşüş periyodumuz oldu. Büyük işsizlik bunlardan biri. Böyle olunca, çok para yatırılarak ve risk alınarak, tüm endüstriyel binalar, fabrikalar müzeye, sergi ve konser salonuna, tiyatroya dönüştürüldü. Şimdi insanlar Çin’den, Rusya’dan “nasıl bir değişim” olabileceğini görmek ve kültürel faaliyetlere katılmak için Ruhr’a akın ediyor. Ruhr Turistik Organizasyonu’nun payı büyük bu konuda. Bölgemizin turistlerin de ilgisini çekebilecek özellikleri olduğunu göstermek için dünyanın hemen her yerinden Ruhr’a birkaç günlük tatil turları düzenlediler.

*2010 Avrupa Kültür Başkenti çalışmaları kapsamında Almanya “seyahat ülkesi” olarak tanımlanıyor. Uzun vadede turizm merkezi olmayı mı hedefliyorsunuz?

Evet ama turizm işin yalnızca bir bölümü. Müthiş bir kültürel değişim geçiriyoruz. Turizm, insanların Ruhr’a gelip, bu değişimi görebilmeleri demek. Bu yıl içinde beş milyon insanın Ruhr’u ziyaret edeceğini tahmin ediyoruz.

*Açılış Partisi 9-10 Aralık’ta. Nasıl bir parti olacak bu?

Açılış şehrin ortasında, çok geniş bir alanda, fabrikaların ve endüstriyel binaların arasında yapılacak. Gelenler büyük bir şov izleyecekler ki 100 bin kadar insan bekliyoruz buraya.

***

“Almanya’da cami yapmanın Hıristiyanlığa saygısızlık olduğunu düşünenler var”

*Peki yıl boyunca Ruhr’da neler göreceğiz?

Kutlama bittikten sonra da yıl boyunca yaklaşık 400 tane projeyi hayata geçireceğiz. Popüler kültür organizasyonları, konserler, sergiler, tiyatro, kentsel gelişim, genç yaratıcıların çalışmaları, göçmenlik vs. Büyük organizasyonlarımız da var. Mesela bir gün boyunca Ana Motor Yolu trafiğe kapanacak. Herkes çok iyi bilir; trafik oradan akar. Ama insanların iyi vakit geçirebilmeleri için orası araç trafiğine kapatılacak. Kocaman masalar konacak. Yemekler yenecek, içkiler içilecek. Gösteriler olacak. Bu, değişik ülkelerden insanların huzurlu bir ortamda biraraya gelebilmeleri, sohbet edebilmeleri demek. Yaklaşık iki milyon insan bekliyoruz. Bu sadece kültürel bir organizasyon da değil üstelik. Ruhr 53 köy ve kasabadan oluşan bir şehir. Burada tam 170 milletten insanın huzurlu bir şekilde yaşaması, şehrin endüstriden kültüre değişimi, popüler kültür ve sanatı Avrupa’ya örnek teşkil etmeli. Farklı şehirler, tek tarih, tek gelecek…

*Siz de tüm organizasyonlara çok sayıda insan beklediğinizi söylediniz. Bir yıl boyunca Avrupa Kültür Başkenti olarak dünyanın farklı bölgelerinden insanların akınına uğrayacaksınız. Ne hedefliyorsunuz bu süreçte?

İnsanların bizimle ilgili düşüncelerini değiştirmek istiyoruz öncelikle. Tekrar söylüyorum, çok insan gelecek. Onlara ne kadar modernleştiğimizi, göçle nasıl başa çıktığımızı, farklı kültürlerden ve inançlardan toplumların entegrasyonunu nasıl başarıyla gerçekleştirdiğimizi göstermek istiyoruz. Bu sene yaptıklarımızla gelecek seneleri de hedefliyoruz aslında. Bir seneyle sınırlı kalmasını istemiyoruz.

*“İnsanların bizimle ilgili düşüncelerini değiştirmek istiyoruz” diyorsunuz. Ne düşünüyor insanlar sizinle ilgili?

Hâlâ eski bir sanayi bölgesi olduğumuzu düşünüyorlar. Ama biz kültürel ağırlıklı bir değişim geçiriyoruz ve dünyanın farklı bölgelerinden çok sayıda insanın buna burayı görerek şahit olmasını istiyoruz.

*Farklı kültürlerin entegrasyonunu nasıl sağlıyorsunuz peki?

Bakın, Almanya’da cami yapmak hâlâ büyük bir tartışma konusudur. Cami yapmanın Hıristiyanlığa saygısızlık olduğunu düşünenler olduğu için çok sert tartışmalar yaşanır bu konuda. Ama Ruhr farklı. Almanya’daki en büyük camilerden biri Ruhr’da. Hiçbir tartışma ya da protesto olmuyor. Çünkü buradaki insanlar başlangıçtan beri birbirleriyle konuşuyorlar.

***

“İstanbul’un kültür başkenti olması Türkiye için bir fırsat”


* Almanya’nın yemek kültürünün de tanıtılacağını okuduk. Alman mutfağı denince akla genellikle kızarmış patates ve bira gelir ama fazlası var galiba...

Patates ve bira ha! Bu sadece bir önyargı. Kızarmış patatesimiz ve biramız var, doğru. Ben de çok yerim hatta ama geleneksel Alman mutfağında bundan fazlası var. Biz de gençlerden oluşan bir aşçı ekibi kurduk. Pişirdikleri yemeklerde gelenekselin içine biraz da modern öğeler katarak Alman yemek kültürünün sadece patates ve biradan ibaret olmadığını gösterecekler sanırım. Böylece hem geleneksel tarafımızı hem de modern yüzümüzü görebileceksiniz.

*Bir diğer Avrupa Kültür Başkenti’nin İstanbul olmasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Geldik sadede… Almanya da dahil, hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinde Türkiye’nin AB’ye üye olma süreci önemli bir tartışma konusu. Çok sert tartışmalar yapılıyor hem de. Çoğu Avrupalı Türkiye’ye karşı din, kadın-erkek eşitliği gibi konularda önyargılı. Ama bakın, önümüzdeki sene İstanbul yani Türkiye’nin en önemli metropolü Avrupa Kültür Başkenti olacak. Bu, Türkiye’nin de Avrupa’ya dahil olduğunun somut kanıtıdır. Şimdi Türkiye, “Bakın, bizde fazlası var” diyebilir. Tüm politik problemlere rağmen İstanbul’un kültür başkenti olmasını fırsat bilerek, aslında özgürlükçü bir ülke olduğunu gösterip, Avrupa’nın olumsuz önyargılarını olumluya çevirebilir.

*Yıl içinde İstanbul’la ortak projeleriniz de olacak. Ne gibi çalışmalar bunlar?

Evet ortak prodüksiyonlarımız olacak. Çok seviniyoruz bunun için. Çünkü Ruhr’la İstanbul’un politik olarak da çok ortak noktası, çok güçlü bağları var. İki şehir de birçok farklı milletin toplandığı, farklı kültürlerin kaynaştığı, yoğun göç alan yerler. İki şehirde de farklı gruplar arasında şiddetli fikir çatışmaları yaşanıyor. Garajİstanbul’da tiyatro oyunlarımız gösterilecek. Hangi üniversite olduğunu hatırlamıyorum şimdi ama bir üniversitenin mimarlık bölümü öğrencileriyle ortak çalışmamız olacak. Tiyatro festivalleri dışında, “Melez” adını verdiğimiz popüler kültür organizasyonunda da Türklerle ortak çalışıyoruz. İstanbul’un kendi programı da bir iki hafta içinde açıklanacak. Onu da çok merak ediyorum.

*Melez nasıl bir organizasyon olacak?

Melez, adından da anlaşılacağı gibi, göç konusunu, asimilasyon ve entegrasyonu konu alan bir popüler kültür festivali. 170 milletten insan birlikte yaşayabilmeyi kutluyor da diyebiliriz. Adına uygun olarak hem Alman hem Türk sanatçılar yer alacak bu festivalde.

*Avrupa Kültür Başkentliği süresince Ruhr’daki hangi organizasyonların ya da eserlerin ön plana çıkmasını bekliyorsunuz?

Bizce açılış partisi bile akıllarda kalacak. Ama dışarıdan burayı ziyaret eden insanlar daha çok ambar ve fabrikalardan dönüştürülen modern binalardan etkilenecekler bence. Hem Ruhr’un değişimini hem de olumlu yönde nasıl değişilebileceğini fazlasıyla gösteriyor bu yapılar çünkü. Özellikle Essen’deki Zeche Zollverein, Oberhausen, Dortmunder, Folkwang Müzesi ve Küppersmühle Müzesi’ni çok beğenecekler. Ama dediğim gibi Ruhr’da yapılacak popüler kültür ve sanat organizasyonlarının çoğu ilginç ve etkileyici olacak.

RÖPORTAJ: Liu Bolin... Çin sanatının "görünmez adam"ı




















Liu Bolin, Çin’den çıkma, dünyaca ünlü bir sanatçı. Yaptığı iş oldukça enteresan. Zira fotoğrafçı desek, değil, model desek, hiç değil. Üniversitede eğitimini aldığı heykeltıraşlık da biraz uzak yaptığı işe. Kendini boyuyor. Amacı arka planla bütünleşip kendini kaybettirmek. Kimi zaman Çin Seddi’nin bir parçası oluyor, kimi zaman, yapımı taze bitmiş asfaltın üzerinde belirsizleşiyor. Çin’in Shandong şehrinde doğan 36 yaşındaki sanatçı, kendini “yok ederek” bakış açısını görünür kılıyor. “Görünmez olursam, güç toplarım, ileride daha görünür olabilirim” diyor.Çin’in bağrından kopup gelmiş yarı görünmez adam Liu Bolin’le yaptığım röportajı iftiharla sunarım…

*“Şehirde saklanmak” teması nasıl ortaya çıktı? Neden saklanıyorsunuz?
“Şehirde saklanmak” temasına Suojia Köyü adlı sanat kampanyası hükümet tarafından mahvedildikten sonra başladım. Uluslararası Suojia Sanat Köyü, içinde çalışan 140’tan fazla sanatçıyla Asya’nın en büyük sanat kampanyası. Ama Çin hükümeti, yasalara aykırı diyerek çalışma binasını yıktı. Bina tekrar yapıldı. Şimdi kampanya için çok sayıda sanatçı çalışıyor. Ben de çalışmalarımda, binanın enkazı önünde durdum ve binanın renklerine boyandım. Bazıları, enkazın önünde görünmez biri olduğunu düşündü. Yıkım sanatçılar için de büyüktü. Toplumun sanatçıya ihtiyacı yok! Yani burada sanatçılar gerekli değil ve yapıtlarının hiçbir değeri yok. Çalışmalarımdaki sanatçı kendini saklıyor. Şöyle de düşünülebilir: Sanatçı saklanırken, gelecek için de güç topluyor.

*Şehirde yalnızca sanatçılar mı saklanıyor?
Her toplumda, yalnızca sanatçı olarak değil bağımsız bireyler olarak da kültürel, siyasi ve ekonomik olarak hayal kırıklıkları ve türlü negatifliklerle karşılaşıyoruz. Tüm bunlar kişiliklerimizi etkiliyor. Bence bir birey durumu değiştiremediği zaman duruma adapte olmak ve kendi anormal yaşam biçimini geliştirmek zorunda kalıyor. Ben de bunu yapıyorum.

* Birilerini şehirden saklayarak bir şeyleri protesto etmeye mi çalışıyorsunuz?
Evet. Başlangıçta şiddet ve yıkımları protesto ediyordum. Bu başlangıçtan beri işime biraz da husumet katıyordu. Sonra bazı politik sloganlar üzerine çalıştım ve dikkatimi toplumsal gelişmelerin neden olduğu negatifliklere yönelttim. Son çalışmalarımdaysa bir süpermarket belirdi mesela. Böylece, ekonomik gelişmelerin insanları nasıl olumsuz etkilediğini ifade etmeye çalıştım.

*İşe başladığınızdan beri nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Benim işlerimi anlamak zor olduğu için, nadiren reaksiyon alıyorum. Performansımı ilk gördüklerinde, çoğu ne yaptığımı anlamıyor. Böyle olunca, bazı işlerin sergilenmesi yasaklanıyor. Çinli sanatçılar eserlerini sergileme ya da stüdyoda çalışma haklarını kullanmak için yoğun çaba harcıyorlar. Tıpkı bizim Suojia Köyü için çabaladığımız gibi.

*Dünyaca ünlü, saygın bir sanatçısınız ve Çin’de acımasızca eleştiriliyor musunuz?

Aslında evet. Diğer ülkelerde gördüğüm ilgiyi düşününce kendi ülkemde çok sevildiğimi söyleyemeyeceğim.

*Sizce neden?

Çinlilere göre sanat sadece, başarılı olabilmek için çok gayret göstermeniz gereken bir iş… Ama Çin’de, müthiş işler yapan, çok önemli sanatçılar var. Ben sadece, çalışmalarımı dünya çapında değerlendirecek arkadaşlarım olduğu için şanslıyım.

* Doğumunuz Mao dönemine rastlıyor ama siz çok küçükken devrim sona ermiş. Kültür Devrimi’yle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bugünkü şartları da göz önüne aldığınızda, o dönemde yaşamayı tercih eder miydiniz? Dediğiniz gibi Kültür Devrimi ben üç yaşındayken sona erdiği için, o döneme ait hiçbir şey hatırlamıyorum. Bence Kültür Devrimi, Çin’in gelişimini saptıran, her türlü tüketime savaş açmış bir dönem. “O dönemde doğmak mı şimdi doğmak mı?” diyorsanız, her şeye rağmen kendi dönemimde doğmayı tercih ederim. Çünkü, o günlerde yiyecek ekmek bulamayan insanların acılarını çok iyi biliyorum. Bunun yanında, 80ler’de, yalnızca tek çocuğa izin verildiği dönemde doğanların zevkli hayatlarını da gözlemleyebiliyorum. Çin’in gerçek gelişimine hatta adım adım nasıl metalaştığımıza onlar şahit oluyor.

*Türkiye’yle ilgili neler biliyorsunuz? Ya da şöyle sorayım: Fotoğraflarla Türkiye’deki herhangi bir şeyi protesto etseniz, bu ne olurdu?
Türkiye’yle ilgili bildiğim en önemli şey, atalarınızın Moğolistan’dan geldiği. Tarih kitabında okumuştum. Ayrıca çok cesur ve zeki olduğunuzu da biliyorum. Müthiş bir kültür ve gelenek hazineniz var. Ülkenizin tarihî cazibesiyle ilgili bir çalışma yapmak isterdim ama bir şey protesto ederim demeyeyim şimdi.

*Türkiye’yle ilgili detaylı bilginiz olmadığı için mi, röportaj Türkiye’de yayımlanacağı için mi?
Bu soruya cevap vermemeyi tercih ederim.

***

“Bazen o kadar dikiliyorum ki, iş bittiğinde kaskatı kesiliyorum”

*Sadece kendi ülkenizde mi fotoğraf çekiyorsunuz?

Dünyanın her yerinde fotoğraf çekiyorum; İtalya, Amerika, İngiltere…

*Arka plana uyumlu olarak boyanmak oldukça zor görünüyor. Tüm hazırlıklar da dahil bir fotoğrafı çekmek ortalama ne kadar vakit alıyor?

Önce dikileceğim yer, nasıl bir kompozisyon olacağı gibi detaylar dahil, nerede fotoğraf çekeceğimi seçiyorum. Farklı fonlara gore, vücudumu boyamak dört saatten 10 saate kadar sürüyor. Boyamayı asistanım yapıyor. Bazen sekiz saat boyunca ayakta kalmak zorunda kalıyorum.

*Boyalar, hareket etmeden ayakta kalmak, direktif vermek… Bu süreçte size en çok ne zorluyor?
Benim için en büyük problem sabit bir şekilde ayakta durmak. Bazen o kadar dikiliyorum ki, iş bittiğinde kaskatı kesiliyorum.

*Model olarak kimleri kullanıyorsunuz?

Genellikle ben model oluyorum.

*Fotoğrafı kim çekiyor o zaman?

Benim yaptığım ayarlara uyarak, asistanım çekiyor. Başkalarını da kullanıyorum tabii. Mesela ruhsatsız bir arabayı çekerken model olarak arabanın şöförünü kullandım. Kimse onu arabasının önünden kıpırdatamaz zaten.

*Yalnızca kamuflaj fotoğrafları mı çalışıyorsunuz? Sanat hayatınıza nasıl işlerle başladınız?

Üniversitede heykel eğitimi aldım. Hatta bu alanda yüksek lisans bile yaptım. Benim gerçek alanım fotoğrafçılık değil yani. Ama değişik bir temayla çalıştığım için, fotoğraf çekerken bir yandan heykel de yapıyor gibiyim.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Memleketimden "JAWS" manzaraları








Dünyanın, "balina köpekbalığı"ndan sonra ikinci büyük balığı olan "güneşlenen köpekbalığı" yılın ilk gününde Çanakkaleli bir balıkçının ağlarına takıldı. Karaya adım atar atmaz halkın ve medyanın yoğun alakasına maruz kalan sekiz metrelik "bahtsız dev" için, "Marmara'da ne işi var? Yolunu şaşırmıştır" gibi yorumlar yapıldı. Oysa genel kanının aksine, Türkiye suları Jaws filmiyle üne kavuşan "büyük beyaz"dan, "camgöz"e kadar tam 36 tür köpekbalığına ev sahipliği yapıyor.


Karaköy'de bir balıkçı tezgâhı.Tezgâhın üzerinde cansız yatan bir köpekbalığı. Kocaman ağzı bir sopayla açılmış. Beş metre boylarında. Geride bir adam, elinde mikrofon, vargücüyle bağırıyor: "Vatandaş gel, gel! Gel de âlemin canavarını gör! İnsan yiyen canavar! Ben diyeyim 15, sen de 20 metre. Görmeden ölme. Başka yerde göremezsin!.." Duyan toplanıyor. Kimi, şaşkınlıkla, ne idüğü belirsiz "canavar"ı inceliyor; kimi elini balığın yüzgecine koyup hatıra fotoğrafı çektiriyor. Çocuklar balığın üstüne çıkmış, atçılık oynuyor.
Komik ama Türk halkı için bir o kadar da tanıdık bir senaryo bu. Zira her yıl en az bir defa bahtsız bir köpekbalığı, Türk balıkçısının ağlarına takılıyor. Müşterek akıbetleri de yukarıdaki örnek gibi, etrafı meraklı halkla çevrili bir tezgâhta sergilenmek oluyor. Vakaların çoğu da medyada manşet oluyor zaten. Peki, yakalanan bütün köpekbalıklarının Türk sularına girmesi söylendiği gibi "yön sapması"ndan mı ibaret yoksa bu balıklar burada yerleşik olarak mı yaşıyor?

"Türkiye'deki tüm denizlerde köpekbalığı yaşıyor"


İhtiyoloji (balıkbilimi) Araştırmaları Topluluğu'nun kurucusu, Su Ürünleri Mühendisi Hakan Kabasakal: "Türkiye'nin kıyısı olan tüm denizlerde köpekbalığı yaşıyor" diyor, "Köpekbalığı dağılımı güneyden kuzeye gidildikçe azalıyor. En fazla türe, 36 türle Akdeniz'de rastlanıyor. Ege Denizi 20 türle ikinci, Marmara Denizi 18 türle üçüncü, Karadeniz ise 6 türle dördüncü sırada."
Karadeniz'de rastlanan türlerin boyu çoğunlukla 1,5 metreyi geçmiyor. Büyük türler av peşinde 1000 metre derinliğe bile inebildikleri için, özellikle 200 metreden sonra biyolojik yaşam olmayan Karadeniz onlara göre oldukça sığ. Antalya Körfezi, Marmaris'teki Boncuk Koyu ve İskenderun Körfezi, Türkiye'deki köpekbalığı cennetleri. Özellikle Boncuk Koyu, son derece ürkek ve zararsız bir tür olan "kum köpekbalıkları"nın Akdeniz'de bilinen tek üreme alanı.

Kabasakal, Türk sularındaki bazı köpekbalığı türlerinin mevsimsel olarak kıyıya da yaklaştığını söylüyor: "Büyük camgöz (Cetorhinus maximus), ki geçtiğimiz günlerde Edremit Körfezi'nde kıyı yakınında yakalandı, ilkbahar sonu, yaz başı ve sonbaharda özellikle Antalya ve Mersin körfezlerinde beslenme amacıyla sığ sulara kadar giriyor. Geçen Temmuz ayında Küçükkuyu'da iki tane yavru büyük beyaz köpekbalığı (Carcharodon carcharias) yine kıyı sularında yakalandı. Bu bireyler yeni doğmuştu ve muhtemelen anneleri de kısa süre öncesine kadar aynı bölgedeydi. Küçükkuyu'da kıyı yakınında yakalanan bir başka tür ise mavi köpekbalığı (Prionace glauca). Marmaris'te Boncuk Koyu'nda gri camgözler (Carcharhinus plumbeus) üreme amacıyla kıyıya yaklaşıyorlar. Kuzey Marmara'da da boz camgözler (Hexanchus griseus) yine üreme ve beslenme amacıyla kıyısal sulara giriyor. Sapan köpekbalıkları (Alopias superciliosus ve Alopias vulpinus) da zaman zaman kıyılara yaklaşıyor."

Kabasakal'a göre bu balıkların, yazları insanların yüzdüğü kıyıya yaklaşmaları tehlikeli olabilir.
"Köpekbalığı denizde yaşayan en güçlü yırtıcılardan biri ve insanla karşılaşma ânında neler olabileceği sıcaklık, suyun görünürlüğü, aydınlanma koşulları, bölgede balık veya deniz memelisi gibi av canlılarının sürü halinde bulunup bulunmadıkları, kişinin yaralı olup olmaması, köpekbalığının açlık durumu gibi ortam koşullarına bağlı olarak değişir" diyor Kabasakal ve ekliyor: "Her yıl en fazla 100 insan köpekbalığı saldırısına uğrarken, katledilen köpekbalığı sayısı ise 100 milyonları buluyor. Acaba kim daha yırtıcı?"

Türkiye'deki köpekbalığı popülasyonu da küresel ısınmadan nasibini almış Kabasakal'ın dediğine göre. Giderek ısınan sular, özellikle Kızıldeniz göçmeni (Lessepsian Göçmenler) balıklar için denizlerimizi, yaşamaya daha uygun hale getirmeye başlamış. "Bu balıklar arasında kaplan köpekbalığı (Galeocerdo cuvieri), iriburun camgöz (Carcharhinus altimus) ve mekik camgözü (Carcharhinus brevipinna) de var. Son iki tür Akdeniz kıyılarımızda da yaşıyor" diyor Kabasakal; "küresel ısınmayla birlikte diğer tropikal köpekbalığı türlerinden bazıları denizlerimizde görülebilir."

"Boyutlarına Bakınca İnanamıyorsun Ama Çok Ürkekler"

Sait Özgür Gedikoğlu, Türkiye Köpekbalıkları Araştırma Grubu Kurucusu, Sualtı Filmcisi, Dalış Eğitmeni

http://ozgurgedikoglu.blogspot.com

"Bu sene, Haziran ayı boyunca Sualtı Araştırmaları Derneği'nin Özel Çevre Koruma Kurumu desteğinde gerçekleştirdiği Gökova Boncuk koyunda sualtı görüntüleri aldım. Boncuk Koyu, Güney'deki herhangi bir koydan farksız gibi duruyor. Ama şnorkel yaparken bir anda altınızdan 10 tane 2,5 metrelik köpekbalığının geçmesi çok özel bir his. Bu arada derinlik sadece birkaç metre. Boyutlarına bakınca inanamıyorsun ama çok ürkekler. Onlara çok fazla yaklaşmana izin vermiyorlar. Ben bir ay boyunca sadece üç, dört defa çok yakın temas kurabildim. İstese seni beş saniye içinde paramparça edebilir ama gücünün farkında değil. İlk başta korktum. İlk gün koyda kimse yoktu. Bir anda önümde siyah bir gölge gördüm, 'Hah!' dedim, 'evet buradalar hakikaten...' Sonra bir anda, altımda yaklaşık 20 tanesi birarada dolaşmaya başladı.
Zavallıların dertleri başka tabii, oraya üremek için geldikleri söyleniyor. O yüzden çok ürkekler. Ama eğer sayıları iki, üçten fazlaysa aşağıda, o kadar ürkek olmuyorlar. Kendilerine güveniyorlar herhalde sürü olunca. Bir aptallık edip bir tanesine dokunabilir miyim dedim, ve kuyruğundan tuttum. Nasıl kuvvetle vurdu kuyruğunu! Ve bir anda kayboldu ortalıktan.
Boncuk Koyu her türlü insan faaliyetine kapalı. İnsanlardan ürken köpekbalıkları bu bölgede koruma altına alındı. Beş tane şamandıra ile belirlenmiş bir bölge, içeriye giriş yasak. Ama eskiden yasak olmadığı zamanlarda, insanlar orada yüzüyorlardı, altlarında da köpekbalıkları... Köpekbalığından nasıl korunulur diyorlar. Sen sokakta köpekler saldırmasın diye sürekli çömelerek mi yürüyorsun? Bir farkı yok ki. Hayvanın tek suçu balıkla beslenmekse, insanlar da balıkla besleniyor. Ayrıca her yıl milyonlarca köpekbalığı insanlar tarafından öldürülüyor. Kimi kimden koruyoruz?"

Köpekbalığı Saldırıları


Türkiye'de, köpekbalıklarıyla ilgili detaylı bir araştırma yapılmadığı için, kayıtlara geçmiş bir köpekbalığı saldırısı yok. O nedenle bu konudaki en güvenilir kaynak, İstanbullu eski balıkçıların anlattıkları. Buna göre, köpekbalığının insanlara saldırdığı dört vakadan bahsediliyor.
Hakan Kabasakal, bilinen ilk vakanın 1930'lu yıllarda Boğaziçi'nde Küçüksu Kasrı açıklarında olduğunu söylüyor. İngiliz Başkonsolosluğu mensubu iki kişi, büyük olasılıkla orkinos avlarken köpekbalığı saldırısına uğramış. Olay sonrasında bu iki kişiden hiç haber alınamamış.
Güngör Güven isimli bir vatandaş 1967 yılında, İstanbul Tuzla'da zıpkınla balık avlarken uğramış saldırıya. Görgü tanıkları, doktor daldığı sırada bölgede köpekbalıkları olduğunu ve sırt yüzgeçlerinin görüldüğünü anlatıyor. O yıllarda Marmara ve İstanbul çevresinde sıklıkla görülen beyaz köpekbalıklarından biri, olaydan hemen sonra Tuzla'da yakalanmış. 1970'lerin başında ise, Antalya Konyaaltı Plajı'nda bir başka saldırı gerçekleşmiş. O dönemde mezbaha deniz kıyısında olduğu için kıyılara sokulan köpekbalıklarından biri, Deniz Kuvvetleri'ne ait bir gemiden denize atlayan bir ere saldırmış. Gerçekleştiği iddia edilen son olay ise 1983'te. İzmit Dilova'da, zıpkınla avlanan bir avukat, bir "beyaz köpekbalığı"nın saldırısına uğramış.

Yazıyı noktalamadan önce, Sadullah Ayaşlı'nın 1937 yılında yayımlanan, "Boğaziçi Balıkları" isimli kitabında, Marmara Denizi'nde yakalan bir "büyük beyaz"la (harharyas) ilgili yazdığı ilginç anektodu aktaralım:
"Azami tûlü 9 metredir. Hayvanın rengi kurşunidir, karnı ve yanları nisbeten açık bir tondadırlar. 1925 senesinin şiddetli lodos fırtınaları bu balıklardan birkaçını Boğaz'ın Marmara methaline kadar atmıştı. Gayet muzir olan bu canavar birçok ziyanlara sebebiyet verdiklerinden dolayı balıkçılar tarafından bin müşkilat ile itlaf edilebilmişlerdi. Aşağıda İstanbul gazetelerinin böyle bir balık hakkındaki neşriyatını hulaseten derç ediyorum: -Canavarın karnı yarıldığında derunundan beheri 200 kilo sıkletinde 2 tane Ton balığı ve bunlardan başka da 300 kilo ağırlığında bir Yunus balığı zuhur eylemiştir. Mezkur canavarın tûlü 8 metre olup sıkleti de 4.500 kiloyu mütecavizdir."

Büyüyünce ressam olmak isteyen ressam











Fotoğraf: Koray Işık


2004’te ressam Bedri Baykam tarafından açılan Piramid Sanat Atölyesi geçtiğimiz yaz “minik eller”den çıkan resimlerin sergilendiği “Ellerim Küçük, Düşüncem Büyük” sergisine ev sahipliği yapmıştı. Serginin alamet-i farikası, 4-13 yaş arası çocukların resimlerinin meraklısıyla buluşmasıydı. Etkinlikte bizim dikkatimizi celbeden isim ise, evvel zamanın harika çocuğu Bedri Baykam’ın “bazı yönlerini kendime benzetiyorum” dediği Deniz Yünem oldu.

Atölyeden içeri girdiğimizde sağ tarafta oturan Deniz’i, ötesinde ise annesi Gamze Yünem’i görüyoruz. Deniz, bütün başarısı bir yana çocuk olduğunun farkında; elinde play station var. Sohbete ara verdiğimiz zamanlarda da ya fırsat bu fırsat, play satation’ını kapacak ya da masanın altından geçip, çubuk kırakerlerin olduğu yere gidecek.

Deniz 7 yaşında. Avrupa Koleji’nde okuyor. Yaşı itibarıyla, kısacık olan resim kariyerinin nasıl başladığını anlatıyor: “Resme başlarken öncelikle pastel boyalarla yapmaya başladım. Sonra sulu boya yaptım sonra da akrilik boyaya başladım.” Ekliyor: “Şimdi de fısfıslı boyaya başlamak istiyorum”( sprey boyadan bahsediyor) Yünem, Bedri Baykam’ın atölyesinde gördüğü “fısfıslı boya”yla bir şeyler yapmayı çok seviyormuş. Nedenine gelince: “Böyle böyle fıs fıs yapıyorsun, her yeri boyuyor. Çok eğlenceli oluyor” diyor.
Resim yaptıktan sonra çok mutlu oluyormuş Yünem: “Yeni renkler buluyorum. Açık kahverengiyle birazcık yeşil kullandım. Sonra resmin üzerinde bir ek yapıp yapamayacağımı düşünüyorum.”

“Benim babamın arkadaşı var; Nejat Yavaşoğulları”


Yünem resme iki yaşında, annesinin “oyalansın diye” ona aldığı boyalarla başlamış. Sonra da, “sadece eğlenceli oluyor diye” devam etmiş. Ailesi ilk başta, özel bir yetenek olduğunu düşünmemiş ama “eve gelip, gidenler sıradan değil, farklı bir yetenek’ deyince” durum değişmiş. Deniz anlatıyor: “Benim babamın arkadaşı var; Nejat Yavaşoğulları. O, babamı Bedri Baykam’la tanıştırdı. Sonra da ben buraya gelmeye başladım. Üç yaşındaydım. Sonra da gittikçe iyi resim yapmaya başladım ama gittikçe de az resim yapmaya başlıyordum.”

Yünem, bu yıl içinde birbirinden farklı işlere de imza attı: Kendisi de koyu Fenerbahçeli olduğu için olsa gerek, Sarı Lacivertliler Derneği’nin düzenlediği “Çocuk Gözüyle Fenerbahçe Sevgisi” yarışmasında 3. olmuş. “Alex’le Roberto Carlos’un resmini kestim gazeteden. Sonra da ben sarı lacivert yaptım, oraya yapıştırdık” diyor.

Bir de Deniz Gezmiş’i anlattığı bir enstalasyon var. “Deniz Gezmiş’i tanıyor musun?” diyoruz. Tanımıyormuş. Annesi, babası bir defa söylemiş, Deniz Gezmiş’ten geliyor senin adın demiş ama o unutmuş. “Nasıl yaptığımı da bilmiyorum ki!” deyince annesi Gamze Yünem anlatıyor: “Öğretmeniyle birlikte yaptılar. Küçük bir terzi mankeninin üzerine, bir yüzüne sadece bilyeler, oyuncaklar, güneş gözlüğü, çiçeklerle canlı bir şeyler yaptı. Diğer yüzüneyse sadece metal ve çiviler koydu. Şey gibiydi sanki, bir tarafta çiçek çocuklar yani dünya; diğer tarafta Türkiye’nin gerçeği. Tabi yaşı çok küçük, bilmiyor Deniz Gezmiş’i. Tesadüfen ortaya çıkardı.”

Bedri Baykam: “Deniz de benim gibi, resimden oyunvari bir keyif alıyor”

Bu sırada atölyeye gelen Bedri Baykam da sohbete katılıyor ve hem kendi “harika çocukluğundan” bahsediyor hem de Deniz’in yeteneğini nasıl değerlendirdiğini anlatıyor: Deniz resimden oyunvari bir keyif alıyor. Resimlerde nerede duracağını biliyor. Soyut resim yaparken kaotik ve boğucu hale getirmiyor. Çağdaş sanatın en önemli noktalarından biri de zaten nerede duracağını bilmektir.” Baykam’ın Deniz’le arasında benzerlik kurduğu nokta da “resim yapan çocuklar” olmalarıymış zaten. Oyun gibi, doğallığı kaybetmeden, eğlenerek…
“Ben daha çok figür ağırlıklı yapıyordum” diyor Baykam, “Deniz bunu boyalarla yapmayı seviyor. Burada hem benim resimlerimi hem de bizim seçtiğimiz çağdaş sanat eserlerini görmesi onun bu tencerede pişmesini sağlıyor.
Baykam 1960’ların başında, dönemin genç yeteneklerine yurt dışında eğitim fırsatı sunan “Harika Çocuklar Kanunu”ndan, ailesi yollamadığı için, istifade etmemiş. Bunun için kendini şanslı sayıyor: “Bence çocuk kendi aile kozası içinde büyümenin huzurunu yaşamalı. Sanatına da yansıyacaktır bu. Yedi yaşında bir çocuğa ‘mükemmel olmalısın’ baskısı yaptığınız zaman o çocuk düşünsel olarak felç geçirebilir. Tersi de olabilir tabi ama genelde bu risk var.” Bu arada, “Yurtdışında resim eğitimi almak ister misin?” diye sorduğumuz Deniz de “hayır” diyor.
“Ben Deniz’in de genç bir sanatçı adayı olarak sanata keyif dolu bakışının gelişerek sürmesi için gerek kendisiyle gerek ailesiyle bu diyaloğa devam edeceğim” diyen Baykam ekliyor: “Deniz’i arkadaşım olarak da çok seviyorum zaten. Sadece resim zevkimiz değil, Fenerbahçeli olarak futbol zevkimiz de uyuşuyor.”

“Büyüyünce” ressam olmak isteyen Yünem ise çok iyi resim yaptığının ve ona bu nedenle “dahi çocuk” dendiğinin farkında. Böyle söylenince mutlu oluyormuş, o kadar. Fazlası yok. Çıkarken, “Deniz, resim yapmak mı daha eğlenceli, play station oynamak mı?” diye soruyoruz. Mutlu mutlu gülerek cevap veriyor: “Play station…”

13 Kasım 2009 Cuma

Kamu yararına "SEKS PARKI"






Bir park canlandırın gözünüzde. Ama öyle maaile gezip, aile saadeti içinde çimlere yayıldığınız; çocuğunuzu salıncaktan tahterevalliye zıplattığınız türden bir park değil. Kapıdan içeri girer girmez sizi, şapka takmış devasa bir vajina heykeli karşılasın mesela. Tercihe göre eldivene sarınmış koca bir penis de olabilir bu. Etraf hard porno misali; yerde gereğinden büyük, anadan üryan bir hanım heykeli pervasızca mastürbasyon yapıyor. Her yer muhtelif cinsel pozisyonlara girmiş insan heykelleriyle dolu. “Çok ayıp, olmaz öyle şey!” derseniz hata edersiniz. Zira bahsettiğimiz mekan sıkı geleneklerin kanun kıvamında hüküm sürdüğü, evlilikdışı cinsi münasebetin pek sevimli karşılanmadığı Güney Kore’de mevcut. Hem de tam beş yıldır. Parkın ismi ise işlevine fazlasıyla yakışır cinsten: “Love Land”, Türkçe mealiyle, Aşk Diyarı.
Cinselliği tabu olmaktan çıkarmış pek çok ülke bile bu fikrin yakınında dolaşmazken , mevzunun girizgahını Güney Kore’nin yapması oldukça enteresan. Durumdan etkilenmiş olmalılar ki, özellikle Kültürel Devrim’den sonra gitgide muhafazakarlaşan, seksi deneyimlemeyi hatta konuşmayı tabu sayan Çinliler de her ne kadar muhafazakar kesim karşı çıksa da, aynı isimle yeni bir seks parkı kurmaya uğraşıyor şimdi. Çin’deki detaylara daha sonra geleceğiz.
Konseptin Güney Asya’yı sessiz ve derinden ele geçirmeye başladığı aşikar. Biz de mevzuyu, “fikir nasıl ortaya çıktı” dan “parkta neler var”a kadar detaylarıyla ele alarak, mekanda sanal bir tura çıktık adeta.


Fikrin arkasında Seul Hongik Üniversitesi’nden mezun 20 sanatçı var. Biraraya gelip, dünyada eşi benzeri olmayan bir işe girişiyorlar: Güney Kore’de cinsellikle ilgili türlü heykel, oyuncak ve filmi teşhir edebilecekleri bir yer kuruyorlar. Gündelik hayatta ziyadesiyle kısıtlanan seksle ilgili her şeyi konuşmanın, izlemenin ve öğrenmenin serbest olacağı bir seks parkı. Kore’nin balayı cenneti olan Cecu Adası’nda, 2004’te kurdukları parkın adı işlevine uygun: “Love Land” (Aşk Diyarı). Göl kenarına kurulan parkın girişi bir hayli sıradan görünüyor: Her yerde geleneksel Kore kubbeleri. Kubbeler bittiğinde sadede geliyoruz. Az sonra dünyada eşine, benzerine rastlaması zor erotik bir dünyaya adım atacaksınız.

Dev penis Bulkkeuni, şapkalı vajina Ssaekkeuni















Parkın esas mevzuya, yani seks temasına başladığı yerde, meraklı ziyaretçileri iki maskot karşılıyor: Biri kendisine Bulkkeuni ismi uygun görülen dev penis, diğeri Ssaekkeuni adlı şapka giymiş bir vajina. Her yerde çıplak heykeller var. Kiminin kafası suya gömülü; kalçaları ve cinsel organları görünüyor sadece. Olağandan büyük boyuttaki bir kadın heykeli yolun ortasına yatmış, mastürbasyon yapıyor. Az ötedeki heykel çiftse oral seks dehlizlerinde yüzüyor. En enteresan detaylardan biri de muhtelif yerlerde karşınıza çıkmak suretiyle, farklı kültürlerin sevişme kültürünü sembolize eden heykeller. Değişik cinsel pozisyonları gösteren heykellerin her biri etiketlenmiş: Amerikan, Japon, Hint, Yunan, Afrikalı… Erotizm, gördüklerinin şokuyla bir yandan eğlenen diğer yandan hem gördüklerinden hem de bu “edepsizlikle” eğlenmekten utanan ziyaretçilerin peşini tuvalette de bırakmıyor. Erkekler tuvaletinin kapısında üzerinde el olan kadın memeleri, kadınlar tuvaletininkinde ise erekte olmuş bir penis göze çarpıyor.

Yaşlı kadın devasa dildoyu açarsa…


Parktaki tura devam eden ziyaretçileri tamamen seks araçlarına ayrılmış bir bölüm bekliyor bu sefer. Buradaki fetiş araçlar satılık değil. Amaç, sergilemek. Ancak ziyaretçiler her birini, etkilerini merak edip kendi üzerlerinde deneyebiliyorlar. Love Land’in resmi internet sitesinde, bu bölümde gezen yaşlı kadınlarla ilgili ilginç gözlemlere yer verilmiş: “Koreli yaşlı kadınlar bu bölümde yürürken, gördükleri şeylerden o kadar dehşete düşüyorlar ki bazen yüzleri taş kesiliyor. Bir gün yaşlı bir kadın devasa büyüklükteki bir dildoyu açıverdi. Sonra dildonun başı hızla sağdan sola doğru titremeye başladı. Kadın korktu. Bu bölümden çıktıktan birkaç dakika sonra büyük bir penis şeklindeki çeşmeyi görünce elini ağzına götürüp sessizce gülmeye başladı. Derken, turun bittiği yerdeki arabadan çıkan orgazmik sesle irkildi. Parkı gezerken, o şekilde gülen kadınların çoğu Koreli zaten. Kocaları yaşlı olduğu için, büyük bir açlıkla bakıyorlar buradaki nesnelere ama çok da utanıyorlar.”
Parka çoluk çocuk gelinemeyeceği zaten belli. O nedenle 18 yaşından küçükler giremiyor ama yetişkinler parkı turlarken, küçüklerin vakit geçirebileceği özel bir bölüm de düşünmüşler.
Katılıma açık “Cinsel Teknik Atölyeleri”
Güney Kore’deki Love Land’deki manzara böyle. Yukarıda, Çin’de parkın bir şubesinin açılacağından bahsetmiştik. Ancak muhafazakar Çin, bu konuya Güney Kore kadar olumlu bakmıyor olsa gerek, bu ay içinde açılması planlanan park, henüz yapım aşamasındayken muhafazakarlar tarafından yıkıldığı için meraklısıyla buluşamadı henüz. Açılış tarihiyse şimdilik muallakta. Chongqing’te tezgah açacak olan parkta Kore’dekinden farklı birkaç etkinlik de olacakmış. En ilginci şüphesiz, ziyaretçilerin katılımına açık “Cinsel Teknik Atölyeleri”… Bu parkın teması da belli; ziyeretçilere farklı cinsel pozisyonlardan kondomun nasıl kullanılacağına, cinsel sağlıktan AIDS’e karşı korunmaya kadar her açıdan eğitici, erotik bir şölen...
Üstelik bu Çin’in ilk “erotik deneme”si de değil. 1999 senesinde Shangay’da açılan Çin’in ilk seks müzesi, “Eski Çin’in Seks Kültürü Müzesi” mahalle baskısı nedeniyle Tong Li’ye taşınmıştı. Üç binden fazla erotik eserin sergilendiği müzenin istenmediği bir ülkede, “açık hava erotizm sergisi” temasının kabul görmemesi çok şaşırtıcı değildir elbet. Kimine göre ahlaka aykırı ve aşağılık, kimine göreyse son derece eğlenceli görünen bu trendin Güney Asya’daki parıltılarını idrak ediyoruz şimdilik. Önümüzdeki yıllarda tüm dünyada patlayıp patlamayacağını ise hepbirlikte göreceğiz.

“Bunlar çok rezil şeyler”

İşte Çinlilerin seks parkıyla ilgili ilginç yorumları…

“Seks Çin’de hala tabu ama insanların bu konuda daha fazla bilgi alabilmeye ihtiyaçları var. Bu parklar ahlaksız ya da aşağılık değil.”
"Bunlar çok rezil şeyler. Çevrede insanlar varken bunlara bakarken çok rahatsız oluyorum.”
“Çinlilerin sekse yaklaşımı yabancılar gibi kaba değil. Bu aşağılık seks enstalasyonları insanları hasta etmekten başka işe yaramaz.”
“Çinlilerin iyi bir seks eğitimine ihtiyacı var. Chongqing’deki park açılır açılmaz ziyaret edeceğim.”

31 Ekim 2009 Cumartesi

İstanbul'un ilk lezzet sınavı






İstanbul son yıllarda, çoğu sokakta yer bulan pek çok renkli ve eğlenceli organizasyona ev sahipliği yaparak gerçek bir festival kentine dönüşmeye başladı. Takip edenler bilecektir; önce Galatamoda geldi, ardından streetlab ve İstanbul fashion days… Bu sayede tasarımcılar, markalar ve tüketici alternatif mekanlarda birbirlerine kavuşma imkanına erişti. Şimdi İstanbul nefis bir festivalin ev sahibi daha olmaya hazırlanıyor. Organizasyonun adı, “Kayra Restoran Haftası”, tarihi 2- 16 Kasım.
Başlangıcı yedi sene önce New York’a dayanan festival bugün ABD’nin hemen tüm eyaletleri ve Stokholm gibi dünya metropollerinde düzenleniyor. Türkiye’de, yeme- içme alanında yeni bir sosyal paylaşım sitesi olan Dudetable’ın vücuda getirdiği “hafta”nın amacı, yeme içme meraklılarını nezih mekanlarda buluşturup, rafine lezzetleri avantajlı fiyatlarla sunmak. Ancak söz konusu mekan İstanbul’un en kalburüstü semtlerinden Nişantaşı olunca, fiyat beklentisini de makul tutmakta fayda var. Katılımcı mekanların kendilerinin belirleyeceği menüler, “üç lezzet + 1 kadeh şarap 20 TL” ve “üç lezzet + 2 kadeh şarap 40 TL”ya tadılabilecek. Lezzetlere organizasyonun da ana sponsoru olan Kayra şarapları eşlik edecek.

Peki neler bulacaksınız bu festivalde?
2 Kasım’dan itibaren Nişantaşı sokaklarında eksantrik desenleriyle mekan önlerine konuşlanan şarap fıçıları gözünüze çarpacak. Fıçılar organizasyonun alamet-i farikası; önünde şarap fıçısı olan kafe ve rastoranlar katılımcı mekan demek. İçeri girip, yukarıda sözünü ettiğimiz menüleri tadabilir ve organizasyonu renklendirecek etkinliklere dahil olabilirsiniz.Projeyi yavan bir mekan organizasyonu olmaktan kurtarıp, birhayli eğlenceli hale sokan yeme- içme ve sanat etkinlikleri de şöyle:

Fıçı enstalasyonları: “Şarap ve Hayat”


Türkiye’nin önde gelen dergi ve sanatçıları tarafından tasarlanan, "Şarap ve Hayat" konseptli fıçılar Nişantaşı sokaklarını iki hafta boyunca eğlenceli bir şarap mahzenine dönüştürecek. Restoran Haftası Fıçısı ise ünlü tasarımcı Tuvana Büyükçınar Demir’in ellerinden çıkma.

Tasarımcı sofraları: Atıl Kutoğlu’ndan sofra tasarımı


Hem yemeği hem sanatı biraraya getiren bir etkinlik daha! Tasarımcı Sofraları yine Türkiye’nin önde gelen dergileri ve sanatçıları tarafından tasarlanacak. Tüm aksesuvarlarla birlikte masaların düzeni ve konsepti tamamen tasarımcılara münhasır olacak. Bu yönüyle etkinlik bir nevi canlı performans özelliğinde. Tasarım sofrası saatlerinde, katılımcı mekana gidenler de birbirinden eksantrik sofra tasarımlarını ve onların yaratıcılarını görme şansına erişecek. İlgilenenlere; beynelmilel şöhrete sahip modacımız Atıl Kutoğlu ve Sevim Gözay da tasarımcılar arasında.
Kalın
Yarışmalar


Festivaldeki sanatsal etkinlikler şahane. Gelelim sadede... Proje "yeme- içme kültürünü canlandıralım" temeline dayandığından, bu görevi hakkıyla ifa eden mekan ve çalışanlara da hakkını iade etmeli. Tüm etkinliklerin akabinde, projeye katılan mekanlar arasında “Şarap ile Yapılan En İyi Yemek” ve “En İyi Servis Elemanı” konularında en iyi olanlar ödüllendirilecek.

Beş adımda şarap atölyesi

Şarap tadımı tüm dünyada, bilhassa son yıllarda yükselişe geçmek üzere, pek rağbet gören bir hobi. Restoran haftasının düzenleyeceği eğlenceli ve eğitici bu çalışmayla, şarabın görünümünü inceleyerek, şarabı tadarak hatta koklayarak şarabın özgeçmişiyle ilgili birkaç söz söyleyebilecek kıvama geleceksiniz. Ayrıca “Yemek ve Şarap Uyumu Atölyesi”yle, yemeklerin yanına hangi şarapların uyumlu olduğu konusunda da fikir sahibi olacaksınız.

VIP lounge

Nişantaşı, tüm sokaklarında aralıksız konuşlanmış butik ve fashion markalarıyla alışverişin başkenti. Proje bu detayı da gözetmiş olsa gerek, hatfa boyunca Nişantaşı’ndaki önemli mağaza ve Department Store’larda biryandan alışveriş yaparken, bir yandan şarap veya şampanya içilebilecek.

Yemek sohbetleri

Etkinlik boyunca, cafe ve restoranların hazırlayacağı tematik yemeklerde gurmeler, şarap uzmanları, katılımcı dergilerin yazarları ve sanatçılar buluşacak. Muhebbete katılanlar, öyle her istendiğinde biraraya gelemeyecek insanlar olduğu için, eşi zor bulunacak eğlenceli muhabbetlerin yanında enfes yemekler yenecek.
Festivalin ikinci ayağı Şubat sonunda Caddebostan’da, sonraki ise bahar aylarında Bebek’te düzenlenecek. Organizasyonla ilgilenenler "hangi etkinlik nerde, hangi gün, saat kaçta" gibi ayrıntılı bilgiyi, www.kayrarestoranhaftasi.com u tıklayıp, öğrenebilirler.

Restoran Haftası’nda kaçırılmaması gerekenler:


Nişantaşı cadde ve sokaklarında yer alan Fıçı Enstalasyon Sokak Sergisi
Midpoint’in rumsteak olan menüsü
Sushico’nun çıtır ördeği
Zazie’nin pizzaları
Kırıntı’nın nefis lezzetleri eşliğinde Terra İtalia Barbara D'asti
Aşşk Cafe’nin Come dore şampanyalı mönüsü
Den Cafe’nin mini hamburger ve çıtır mantısı
Park Hyatt’ın İrlandalı şefinin hazırladığı degüstasyon tabağı
Tuz’un ünlü tostu
Cafe de Paris’in ünlü sosu ile bonfilesi
Park Şamdan’ın kuru üzümlü somonu ve akşamüstü içkileri
Salomanje’nin ünlü mücverli degüstasyon tabağı
House Cafe’nin asma yaprağında hellimi
Casita’nın şahane mantısı
Hünkar’ın geleneksel lezzetleri sunan mönüsü
Koridor’un özel indirimli Happy Hour’ları
Kayra Şarapları’nın galerilerde, Nişantaşı’nın önemli mağazalarında ve City’s alışveriş merkezinde şarap tadımları
Citys’deki ünlü şeflerin yarıştığı bagelli lezzetler
Biber Bar’ın şaraplı kokteylleri
Dirim Art ve CAM’de düzenlenecek sergi kokteylleri

Katılımcı mekanlar:

Beymen, Midpoint, Kırıntı, Zanzibar, Casita, Zazie, House Cafe, Park Hyatt Oteli, Park Şamdan, Covva, Cafe de Paris, Cafe Zone, Cafe Tuz, Salomanje, Mania Gurme Aşşk Cafe, Pasta Presto Köşebaşı, Hünkar, Theraphy

29 Ekim 2009 Perşembe

Selami, Çorabın Kaçmış Şekerim!






Fransa'da erkeklerin, toplumdan dışlanmadan etek giyebilmesi için mücadele veren "HeJ" adlı dernek, omzunda rugan çantaları, altlarında skinny jeanleriyle arzı endam eden, gözüne "guyliner" süren, topuklu ayakkabı giyen, göğüs ve bacak frikiği veren, en sonunda rengârenk külotlu çoraplarıyla sütun bacaklarını süsleyen beyler...
Yoksa, erkek modasının en sofistike ve vazgeçilmez unsuru olan paçalı donlar biçim mi değiştiriyor? "Siyah giyen adamlar"ın yeri göğü inleterek yürüdüğü günler tarih, yağız delikanlıların semt pazarlarında sutyen takıp "ikizlere takke" diye bağırdığı o günler gerçeğin ta kendisi mi oluyor?
Son birkaç aydır, moda sayfalarının ve magazin eklerinin itinayla üzerine gittiği, pek eğlenceli bir konu bu: Avrupa ve Amerika'da süratle yayılan, feminen erkek modası... Beyefendilerin giyim tercihinde hantal sırt çantalarından omuz çantalarına, kaba trekking ayakkabılarından dolgu ve yumurta topuklu rugan ayakkabılara, spor çoraptan birbirinden renkli hatta birbirinden delikli külotlu çoraplara ve pantolondan pilili eteğe doğru uzanan marjinal bir değişim söz konusu. Erkekler yakın zamana kadar kadın vücudunda seyrederek fetiş duygularını besledikleri nesnelere yoğun talep göstererek, moda klişelerine başkaldırıyor, belki de bir "renklenme" mücadelesi veriyorlar. Öyle ki, Amerika'da erkeklere özel külotlu çorap satan mağazalar son birkaç ayda tavan yapan yoğun talebi karşılamakta güçlük çeker, Fendi başta olmak üzere, ünlü tasarım markaları, erkek ayakkabılarında ne tür topuklar kullanacaklarına kafa patlatır hale gelmişler. Biz de sokaktaki vatandaşa sorduk: Bu akım ülkemize uğrasa siz de etek giyer misiniz? Ya külotlu çorap? Peki oğlunuz giyse ne dersiniz?
Yanıtlar birbirinden orijinaldi...

Nihat Yıldıran, fotoğrafçı: "Şiddete karşıyım, ama oğlum etek giyse öldürürüm!"

Öyle şey olur mu ya, gelmesin etek modası falan. Tuhaf bir şey olur yani. Bu Avrupa şaşırmış, ne diyeyim. Erkeklerin etek giydiğini düşünemiyorum. Türkiye'de de giyen olur kesin. Artık giyen tipleri siz düşünün! Ben giyemem etekti, külotlu çoraptı... Öyle şeyleri giyen bir erkeğe de nasıl bakarım, bilemiyorum. Yani yumuşak, şaşırmış insanlar giyer onları. Benim oğlum var. Etek giyip karşıma çıksa, şiddete karşıyım, ama öldürürüm herhalde.

Barış Kurt, sigortacı: "Kıllarımı mı alacağım etek giymek için?"
Ben asla giymeyi düşünmem öyle etek, çorap falan. Türkiye'ye de hiç gelmesin öyle bir şey zaten. Külotlu çorap kadın kıyafeti yaa... Etek erkeğe yakışır mı? Erkek erkektir. Ne gözle bakılır etek giyen erkeğe? Kıl var bizde bir kere. Allah bana kıl vermiş. Kıllarımı mı alacağım etek giymek için? Türkiye'de erkekler muhafazakâr oldukları için pek giyilmez bence, ama tabii giyene de saygı duyarım.

Ferit Aydın, esnaf: "Etekli erkek görsem yolumu değiştiririm"

Kesinlikle, kesinlikle ben bu tür şeylere karşıyım. Böyle bir şey olamaz. Erkek adam erkektir. Küpe takamaz, etek giyemez, yolda kırıtamaz. Bizim kitabımızda yok öyle şey. Bu ülkeye gelsin öyle şeyler, inan ki ülkeyi terk etmek zorunda kalırım bacım. Erkekle kadın arasındaki fark nerede kaldı, söyle bana? Erkek, erkek gibi giyinecek ki, kadın yanında erkek olduğunu hissetsin. Benim oğlum mesela, peşin konuşmayayım ama tam bir Türk erkeği, asla giymez öyle şeyler. Yürüdüğün zaman altındaki yer sarsılacak ki herkes erkek olduğunu anlasın. Çıtkırıldım olmayacak erkek dediğin. Şuradan etekli bir adam geçse, şiddet uygulamam ama yolumu değiştiririm. Şiddet toplumunda değiliz neticede. Herkes özgür.

Nedim Gülbay, üniversite mezunu, simitçi: "Kansere çare bulsun, isterse topuklu ayakkabı giysin!"
Bizim kültürümüzde o tür kıyafetler yok ama globalleşen dünyada, Doğu-Batı sentezi diye bir gerçek var. Kültür etkileşimi içinde olduğumuz için Batı'da yayılan bir şey buraya da gelecektir tabii. Teknolojinin gelişmesi ihtiyaçları, üretim şeklini etkiliyor. Erkeklerin etek giymesi de bu sürecin sonucu. Eskiden kurbağa bacağı da yemezdik, ama artık yiyoruz. Ne diyorlardı ona? Hah! Metroseksüel adamlar var, saçı uzun, muzun. Onları normal karşılamaya başladık, ama etek şu anda çok radikal. Yeni olduğu için yadırganacaktır, alay edilecektir, şiddetle karşılanacaktır. Ben asla giymem ama giyenle aynı masaya oturup rakımı içerim. Yiğidin aynası işidir, giydiği değil. Ben adamın insanlığına, üretimine bakarım. Kansere çare bulsun, topluma faydalı olsun, isterse topuklu ayakkabı giysin.

Nursen Yeşilova, tasarımcı: "Oğlum üniversitede okuyor. Yakışır mı etek giymek?"

Ben hoş karşılamam öyle şeyleri. Kadın kadın gibi giyinmeli, erkek de erkek gibi. Zaten bizim Türkiye'mizde öyle şeyler giyileceğini hiç zannetmiyorum. Güzel değil. Yani külotlu çorap satışları patlasın diye mi çıkmış öyle haberler acaba, inanasım gelmiyor. Vallahi oğlum var benim, etek giyse hemen konuşurum, "Doğru değil bu yaptığın" derim. Üniversitede okuyor, yakışır mı ona?

Ayşe Değer, ev hanımı: "Erkekler etekgiyerse kesin kıyamet kopar"

Ben Türk toplumunun bir bireyi olarak bu gibi şeylere kesinlikle karşıyım. Bayanlara mahsus şeyler etek, külotlu çorap. Gençlerimize çok kötü örnek olur. Benim de oğlum var ama giymez. Tam bir Türk erkeği modeli, çağımızın genci o. Etek giyen bir erkek görürsem de çok üzülürüm. "Gençlik nereye gidiyor?" diye düşünürüm. Demek ki artık insanlar her şeye doymuş, değişiklik arıyorlar. Dünyanın sonu geldi vallahi. 17 Ağustos depremi de Allah'ın uyarısı bence. Bu uyarılara uyulmuyor, bu sefer kıyamet kesin kopacak.

Sevinç Ateşoğlu, satış sorumlusu: "Öyle şeyleri sadece gay'ler giyer"

Bizim Türk erkekleri biliyorsunuz maçoya daha yönelik. Tabii ki metroseksüellerimiz de var ama o eteği, çorabı da ancak Beyoğlu'nda giyerler. Toplumumuzda bunu gay'ler giyer, biraz daha değişik olmayı başarırlar. Normal bir erkek standardına bakarsanız etek giyen erkeği hangi kadın ister? Mesela benim erkek arkadaşım asla giyemez öyle şeyler. Benim yanımda gezen erkek, erkek gibi olmalı. Ben bile etek giymezken, o hiç giyemez.

Demet Yılmaz, öğretmen: "Kocam etek giyse, evde çıngar çıkarırım"

Bence, erkek tarzı korunmalı; feminen, maskülen ayrımı yapılmalı. Külotlu çorap, kadın kıyafeti. Erkeklerin giymesi abes olur. Hele etek! Asla giyilmemeli. Yani daha rahat aslında ama erkekle kadın ayrımı giyimde de kendini göstermeli. Biz onların pantolonunu giyiyoruz ama onlara etek yakışmaz ya! Düşünemiyorum kocamın etek giydiğini falan. Asla izin vermem, evde çıngar çıkarırım.

Selvihan Öztürk, resim öğretmeni: "Türkiye'de etek giyen erkek, adım başı dayak yer"

Yani Türkiye'ye öyle bir moda gelse, sürekli kavga çıkar. Etek, külotlu çorap türü şeyler giyen erkekler her adım başı dayak yer. İnsan bir şeyi giymeyi tercih ediyorsa ve kendine yakıştırıyorsa kimsenin söz söylemeye hakkı olmaz bence. Ama kendi eşimin ya da ailemden bir erkeğin giymesini kesinlikle tercih etmem. Giyene de "yumuşak" gözüyle bakarım. Nişanlıyım ben. Nişanlım öyle şeyler giyse biter bu iş. Ya biz Türk halkı olarak İskoçların geleneksel kıyafetlerine bile tepkiyle yaklaşıyoruz, burada giyilse neler olur, bir düşünün.

Ni
hat Doğan, şarkıcı: "Etekli erkeğe, pantolonlu çirkeften daha çok saygı duyarım"

Demokratik bir ülkede yaşıyoruz. Ben yapmasınlar desem de oje sürmek, takıp takıştırmak isteyenler illâ ki olacaktır. Her koyun kendi bacağından asılır. Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek lazım. Etek giyme gibi bir düşüncem olamaz tabii, ama giyeni de kınayamam. Yani ben kınasam ne olacak zaten. Bakın etrafa; her gün toplumda görmek istemediğimiz bir sürü çirkin fotoğrafla karşılaşıyoruz. Onların yanında erkeklerin etek giymesi hiçbir şey değil. Türkiye'ye gelirse o akım, adam giymek isterse giyer, kime ne zararı var? Bu ülkede, pantolonlar, takım elbiseler içinde "Erkeğim" diye dolaşan öyle çirkefler var ki, onlar öyle vahşetler yaratıyorlar ki, etekli erkeğe daha çok saygı duyarım ben onlardan. Mevlâna ne demiş: "Ne insanlar gördüm, üstünde ceket yoktu; ne ceketler gördüm, içinde insan yoktu." Onun için bırakalım bu Allahtan çok Allahçı olmayı. Kimseyi giyiminden ötürü yargılamak kimsenin haddi değil. Herkes işine baksın.

Mazhar Alanson, şarkıcı: "Ben artık takım elbise giyiyorum"

Türkiye'de erkekler daha etek, külotlu çorap falan giymeye başlamadı bildiğim kadarıyla. O trend Türkiye'de yayılsa bile ben uzaktan izlerim sadece; giyiliyor mu, kimler giyiyor diye. Eskiden sahnede marjinal kostümler giyerdim ama etek ya da külotlu çorap giymeyi, makyaj yapmayı tercih etmedim hiç. Şimdi hiç uçuk bir adam değilim zaten; takım elbise giyiyorum hep. Onun için asla denemem öyle şeyler.

Ailece severek izliyoruz canım!




İlla ki yalılarda geçen ihtişamlı yaşamları gözümüze sokan; bir hokus pokusla dünyayı tersyüz eden; bellerindeki silahların da ağırlığıyla, yere bastıkça göğü inleten kabadayıları kahramanlaştıran televizyon dizilerinin toplum üzerindeki etkileri hep tartışma konusu olmuştur. Biz de konuyu alışılageldiği üzere bilim adamlarına yorumlatmak yerine, sokaktaki vatandaşa sorarak bir durum değerlendirmesi yapalım dedik. Sonuç: Televizyonu ailece izleyen, dizilere itinayla özenen bir milletiz biz. Ah bir Polat olsak da onun bunun "ayağına sıksak"! Şahika gibi birer moda ikonu olabilsek ne mutlu bize!

Yalnız ve güzel ülkemizin entelektüel halkı hep belgesel izliyor da, reyting ölçümlerinde neden TV dizileri başı çekiyor o zaman? Ya da dizi karakterlerince yaratılmış, "karikatürize saçmalıkta" söz öbekleri nasıl çoluk- çocuk herkesin diline pelesenk oluveriyor bir anda? Küçücük çocuklar "Ben Polat'ım, yanlış yapanı yakarım" demeyi kimlerden öğreniyor ya da? Yeryüzünde, biz uyurken evlerimizi istila edip Yaprak Dökümü izleyen gizemli yaratıklar mı var yoksa? Ya da biz, o küçümsediğimiz televizyon dizilerini sektirmeden takip ediyoruz da karizmayı korumak için "National Geographic'ten başka kanalı almıyor benim bünye" mi diyoruz? Durum tespiti yapmak için, her yaş grubundan ve farklı sosyal statülerden insanı bulabileceğimiz Eminönü'ndeyiz. Öncelikle şunu söylemekte fayda var; istisnasız, konuştuğumuz herkesin televizyon dizileriyle ilgili söyleyecek bir şeyleri var. Çünkü herkes, damarlarına haftada en az bir doz dizi enjekte etmeyi kendine, hatta ailesine bir borç bellemiş. İnsanlar en çok dizilerde sunulan şaşaalı hayatlardan ve "çarpık ilişki"lerden şikâyetçi. Kimi, "Çocuğum dizilerden özenip, bir şey istiyor. Alamayınca kendimi eksik hissediyorum" diyor; kimi, beş yaşındaki kızı "aşk, meşk"i diline dolayınca ona dizi izlemeyi yasaklıyor. Kimisi de evdeki gül gibi televizyonu atıp, "Şehrazat"ın evinde gördüğü Plazma TV'den aldırıyor kocasına. En çok izlenen dizi ise Kurtlar Vadisi. Özellikle erkekler, "kan ve şiddet sahneleri çok hoşuma gidiyor" derken birdenbire Polatlaşıyorlar, "gözleriyle uluyorlar" sanki. 18 yaşındaki oğlu, elinde silah, kardeşiyle Polatçılık oynuyor diye mutlu olan bile var!

Beyhan Palteki, ev hanımı: "Beş yaşındaki kızıma 'Kavak Yelleri'ni yasakladım"

"Avrupa Yakası"nı, "Yol Arkadaşım"ı, "Aşk-ı Memnu"yu izliyorum. Ben bu dizilerdeki çarpık ilişkilere çok takılıyorum. Bunlar Türk aile yapısına uymayan şeyler. Bütün dizileri bu çarpık ilişki noktasına mutlaka getiriyorlar. En muhafazakâr kesim bile artık bu tarz ilişkileri doğal karşılamaya başladı. Mağdur olan eş istenmeyen kişi oluveriyor bir anda ve yeni başlayan ilişkiyi daha çok sahipleniyor insanlar. Beş yaşında bir kızım var. Bir ara "Kavak Yelleri"ni izliyordu. Ağzından "aşk, meşk" kelimeleri düşmez olunca diziyi izlemesini yasakladım.

Sanem Sinem, fotoğrafçı: "İnsanlar travesti görünce şaşırıyor"

cnbc-e'deki Old Christine, Big Bang Theory gibi dizileri izliyorum. Bu kanalda gösterilen diziler RTÜK'ten uyarı alıyor, yasaklanıyor. Bence bu şekilde daha çok merak uyandırıyor. Örneğin sigara gösterilen bir sahne, sansürlenince, daha çok dikkat çekiyor. Bizimkiler varolan şeyleri yokmuş gibi göstermeyi seviyor. Mesela eşcinseller, travestiler burada yok mu? Var. Türk dizileri, yabancı dizilerin aksine, bunlara hiç değinmiyor. Yokmuş gibi davranıldığı için Taksim'e çıkanlar travesti görünce şaşırıyor.

Kaymak Çiçek, 6 yaşında: "Arkadaşlarımla dizideki gibi uçmacılık oynuyoruz"

Ben "Sihirli Annem"i bir de "Bez Bebek"i izliyorum. En çok "Bez Bebek" karakterini seviyorum. Oradaki gibi sihir yapabilmeyi çok isterdim. Konuşmaları, her şeyi beni çok etkiliyor. Ben de arkadaşlarımla öyle konuşuyorum. Onlarla dizideki gibi uçmacılık oynuyorum. Arkadaşlarım da uçuyor.

Buse Durmaz, öğrenci: "Sınıftaki çocuklar psikopat oldu diziler yüzünden"

Ben "Avrupa Yakası"yla "Kavak Yelleri"ni izliyorum. "Kavak Yelleri"ndeki ilişkiler, beni de etkiledi aslında. Bu (yanındaki arkadaşını gösteriyor), benim önceden çıktığım çocukla çıkmış mesela benden sonra. Aynı dizideki gibi. Bana hiç çaktırmıyorlar tabii. Bildiğiniz "Kavak Yelleri"ni yaşadık yani. Sınıftaki çocuklar "Pusat" izleyip boks maçları yaparlardı. Bir de "Kurtlar Vadisi" izliyorlar. Hepsi kavgacı ve psikopat oldu o diziler yüzünden. Hepsinin kanında var zaten Mematilik.

Habip Şenses, mısırcı: "Keşke Polat gibi olsam da şunun ayağına sıksam"

Ben sadece "Kurtlar Vadisi"ni izliyorum vallahi. Hoşuma gidiyor kavga, dövüş, şiddet. Polat özellikle çok hoşuma gidiyor. Bazen bize ters yapan olunca ben bile "Keşke Polat gibi olsam da şunun ayağına sıksam" diyorum. Yanlış bir şey, biliyorum ama etkisinde kalıyorum izlediklerimin. Çocukların izlemesi hiç iyi değil. İzliyorlar öldürme sahnelerini. Sonra "Polat'ım, Memati'yim" diye geziyorlar etrafta, görüyorum. Yakın çevremde de etkilenen insanları görüyorum. Küçük çocuklar bile psikopat ayağına yatıyorlar. Dövüyorlar arkadaşlarını sürekli. Korkudan kimse onların yanlarına gidemiyor hatta. Bence Kurtlar Vadisi'nin direkt etkisi var bu işte. Ben o yüzden kendi çocuğuma izletmem.

Sena Yılmaz, öğrenci: "Ben de Şahika gibi ünlü bir moda ikonu olmak isterdim"

Ben de "Avrupa Yakası" izliyorum. Biraz etkileniyorum. Öyle zengin olmak istiyorum. "Avrupa Yakası"ndaki Şahika gibi herkesin tanıdığı, zengin bir ailenin kızı olmak isterdim. "Ben bunu tanıyorum" deselerdi beni gösterip, çok hoşuma giderdi. Onun gibi bir moda ikonu olmak isterdim.

Bütün beyler toplandık,sorduk neden yıprandık...


Mağazadaki standlar arasında ağzının suyu aka aka gezen kadın, ardında "dolanıp duran" erkeği hiç umursamaz. Varlığını ara sıra hatırlar, ayıp olmasın diye döner arkasına, cevabını merak etmeden sorar: "Şu elbiseye baksana, ne kadar tatlı di mii?" Cevap verecek takati olmayan adam, mağazaya girmeden hemen önce zarafet timsali olan sevgilisinin dönüştüğü "şey"i tanımlayamaz; niye çıktığını kendisi bile bilmediği ve hiç sevemediği bu alışveriş macerasından bıkkındır; yüzünde hüzünlü bir "ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda" ifadesi vardır. Hatırladınız mı bu erkeği bir yerlerden?

Ve erkekler
bizim erkeklerimiz:
korkunç ve mübarek ellerinde
mağaza poşetleri;
kalın, büyük çeneleri, yorgunluktan
küçülmüş gözleriyle
babamız, kocamız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve dünyamızdaki yeri
bir çift topuklu ayakkabıdan,
bir payetli bluzdan sonra gelen
bizim erkeklerimiz
Ve ayın altında, ellerinde
mağaza poşetleri
yürüyorlardı Akmerkez Zara üzerinden Bahariye Mango'ya doğru...

Şehrin göbeğinde kalburüstü bir alışveriş merkezi, alışveriş merkezinin alt katlarında ünlü bir mağaza, mağazanın içinde debelenen; saç renkleri, giysileri, sesleri birbirine karışmış kadınlar, aralarda bir yerlerde silik erkek siluetleri... Hadi kadınlar neyse, kendilerine bir şeyler alacaklar muhtemelen. Peki erkekler n'apıyorlar o kalabalıkta yahu! Yazık!
Pazartesi günü gündem toplantısında tam da bu yarayı dile getiren ekşi bir ses yankılandı. Arkadaşımız Onur, içimizi acıtan bir tonda haykırıyordu: "Alışveriş mağduru erkeklerin dertlerini anlatan bir haber yapalım, n'olur! Bitsin bu azap!" Sesi kalabalığı yardı, göğsümüze saplandı. Derken, odadaki tüm erkekler, belli ki aynı dertten mustarip, onayladılar: "Evet, biri el atsın artık bu işkenceye!"
Bu kadar çok rağbet gördüğüne göre, kadınların alışveriş merakı toplumsal bir sorun haline dönüşmüştü demek ki.
Duyarsız kalamazdık. Sevgilisi, eşi ya da kızı tarafından, zorla alışverişe sürüklenen erkekler dertliydi. Yaralarına merhem olamasa bile onları dinleyecek, sorunlarını dile getirecek iyi insanlara ihtiyaçları vardı. Yakın çevremizdekileri dinlemekle yetinmedik, alışveriş merkezlerinden birine giderek, oradaki erkeklerle de dertleştik. İşte erkeklerin ağzından "birlikte çıkılan alışveriş buhranı":

Servet Kaya, inşaatçı:
10 yıllık evliyim. Eşim bütün kadınlar gibi alışverişi seviyor tabii. Boş yakalarsa beni de götürüyor yanında. Tabii ki sevmiyorum beni götürmesini. Çünkü bayağı sıkılıyorum. Vallahi şu çile bir an önce bitirsin de kaçayım diyorum. Nefes alamıyorum alışveriş yerlerinde. Nesine bakıyorsun o kadar diyorum. Alışverişe bensiz çıksa ya da çıktığımızda kolay beğense de hemen çıksak ne güzel olur! Ama kadın kısmıyla gittin mi akşama kadar çıkamazsın oradan.

Ahmet Tutuk, öğrenci:
Ablamla yeni çıktık alışverişe. Öyle bir gaflete düştüm maalesef! Çok dolaşıyor. Acayip sıkılıyorum. Çok mutlu oluyor alışveriş yaparken. Oradan oraya koşuyor. Ne kadar komik yahu! Her şeye saldırıyor. Daha sakin olsa, sevdiği bir şey gördüğü zaman yavaş adımlarla ilerlese ona doğru. En çok istediğim şey ne biliyor musun? Tek başlarına çıksınlar alışverişe. Hatta benim kıyafetlerimi de onlar alsın!

Tuncay Benar, mağaza yöneticisi:
Eşimle beraber alışverişe çıkınca ister istemez çok sıkılıyorum. Çok seçici oluyorlar; bu ayakkabının tokası var, bunun yok... hem komik, hem sıkıcı geliyor bu bana. Ben de kendime kıyafet alıyorum ama giyindiğim bir tarz var, gidiyorum hemen alıyorum. Kadınlara bakın! Günlük ruh hallerine göre hareket ediyorlar, ne alacakları hiç belli olmuyor.

Şahin Darçın, çaycı:
Ben kalabalıktan çok sıkılıyorum, çok kalabalık oluyor dükkânlar. Kadın zoru olmasa çıkmam hayatta. Ayrıntıya bakıyor. Kızıyorum. Bakıyorum kalabalık, girdiğim gibi çıkarım dükkândan. Yani kadınlar da bizim gibi giysilerin orasına burasına pek bakmadan yapsa alışverişi ne güzel olur.

Alışveriş Mağduru Bir Erkeğin Gündüz Düşleri


Yaşım 28, kendi hâlinde bir erkeğim. Maça gitmek, kahvede king oynamak, televizyon karşısında uyuklamak gibi sıradan zevklerim var. Ve evet itiraf ediyorum, kadınların olmadığı bir hayat zor. Ancak yine itiraf ediyorum ki; kadınlarla yaşamak da oldukça zor. Şimdi sizlere, bir defa içine düştüğüm bir zayıf anımdan nasıl yararlanıldığını anlatacağım.
Evim Bahariye Caddesi'nin son kısımlarında yer alıyor. Bir kız arkadaşımla eve doğru yürürken kendisinin yüz ifadesi aniden değişiverdi. Eve de epey yaklaşmıştık aslında ama birden bayıldığı bir mağazaya çok yakın olduğumuzu fark etti. "Bir arkadaşıma hediye alacağım, hemen beş dakikada çıkarız" diyerek beni de mağazadan içeri soktu. Sürekli de "Çok sürmez" diyordu. Ben de safça "Gireriz canım ne olacak" diyordum. Meğer girmem için hakikaten uzun süre ikna etmek için çabalaması gereken bir yermiş. Sıradan bir erkeğin, kadınların gerçek yüzüyle karşılaşacağı bir yerdi burası.
Kapıdan içeri girdiğimde ilk dikkatimi çeken, içeride alışveriş yapan kadınların yüz ifadelerindeki çirkinlik oldu. Hayır, hepsi bu kadar çirkin olamazdı. Ortada sıra sıra dizilmiş birçok sepet vardı ancak sepetlerin içinde ne olduğu görünmüyordu çünkü her sepetin etrafında birbirini ittiren, sepetin içindekileri önce kendi görmek için birbirini parçalayan kadınlar vardı. Daha önce "Yeni aldım, çok ucuzdu, nasıl sence güzel mi?" diye alınan kıyafetlere "Harika, nefis, çok güzel" diye cevap vermem gerektiğini biliyordum. Ancak kıyafetlerin bu şekilde elde edildiğini bilseydim asla o kıyafetler için olumlu görüş bildirmezdim. Sonuca giden her yolun mubah olduğuna inanmayanlardanım nitekim.
İşte bu çirkin giriş safhasının ardından işimizin beş dakika sürmeyeceğini anladım. "Şu çantamı biraz tutar mısın?" diyen kız arkadaşımın valizi andıran çantasını omzuma taktığımda, aklımdan Hakan Taşıyan'ın "Ayağıma prangalar taktılar" sözleri geçmeye başladı. Yarım saattir içerideydik, kendimi terk edilmiş ve bir başına bırakılmış masum bir çocuk gibi hissediyordum. "Şimdi şu aldıklarımı ödeyip çıkıyoruz" dedi. Kurtulduğumu düşünüyordum. Ancak kasanın önündeki sırayı gördüğümde kâbusun bitmediğini fark ettim. Sıraya girdik. Stat kuyruklarından aşina olduğum bir ortamdı bu. Ancak statta bir edep, adap vardır kardeşim. Araya karışanlara "Kaynak yapmayalım beyler!" diye bağırırsın ve çekilirler. Bu sırada ise ufak tefek, çelimsiz kızlar bile canavarlaşarak omuz atıp önüme geçiyorlardı. Hayatımda ilk defa, kadına karşı şiddet uygulamak geldi içimden ama hayır. Bu kadar gözü dönmüş kadının arasında buna yeltenmeyi düşünmek bile delilikti. Güç bela ödeme safhası bitti. Tam çıkacağımızı düşünürken hanım arkadaşım "Aaaa, ben bunları neden görmedim" diye farklı bir reyona doğru koşmaya başladı. Ben de omzumdaki çantayı, elimdeki poşetleri kendisine vererek "Yeteeeer!" diye bağırıp kendimi mağazanın dışına attım. "Esaretin Bedeli" adlı filmdeki firar sahnesi gibi aydınlık göründü Bahariye'nin arnavut kaldırımlı sokakları. Bu bir düş, hatta kâbus olmalıydı. Hepsinden önemlisi; bu bana bir ders oldu. Bir daha asla!

AYDIN DOĞAN: "Kendi halinde bir emek yayıncısıyım"

Adı Aydın Doğan. Ama şu meşhur medya patronu olanından değil. Galata’da sahafı var. Ayrıca 30 yıldır Yaba dergisini çıkarıyor. 10’a yakın kitap yazmış. Yaba Edebiyat’ın sahibi. Kendi halinde bir yayıncı yani. Merak etmemek mümkün mü: Böyle gözönünde bir kişiyle aynı adı taşımak nasıl bir şey? Bu yüzden başına enteresan şeyler geldi mi?
Bu soruları sormak üzere Doğan’ın Galata’daki sahafına gittik. Tavanı yüksek, eski bir apartman burası. Merdivenler mermerden. Ahşap trabzanın bitip, bir kat yukarıdaki dükkanın kapısının önüne denk geldiği tarafa bir kilim asılmış. Dükkanın girişinde oldukça eski olduğu aşikar dergiler var. Tüm duvarlar, tabandan tavana kitap, dergi, film afişi, antika saat ve telefonlarla dolu. Her haliyle buram buram “eski” kokan dükkanın iç tarafında, Aydın Doğan oturuyor. Duruşu ve bakışıyla, türlü mecrada görmeye alışık olduğumuz adaşından ziyadesiyle farklı görünüyor. Çok görmüş, geçirmiş olduğu her halinden belli. Daha yaşlı bir kere. Kafasının ortası açılmış. Bembeyaz, pos bıyıklarının altından beliren sıcak gülümsemesiyle karşılıyor bizi. O zaman, belki de kemerli burnunun yüzüne oturttuğu sert ifadesi yumuşayıveriyor bir anda.
Biz, oturur oturmaz, isimden kaynaklı komik maceraları dinlemeye teşneydik aslında. Dinledik de. Oldukça eğlenerek hatta. Sonra bir baktık, muhabbetin seyri değişmiş. Doğan bize 12 Mart’ı, 12 Eylül döneminde ülkücüler tarafından nasıl mimlendiğini, tiyatro maceralarını, Turgut Özakman’ın, kendisine ait olan Delioğlan oyununu çaldığını anlatıyor. Meğer Aydın Doğan çok görmüş, çok geçirmiş bir aydın olarak nasıl da sıra dışı bir portreymiş!

“Kara Atmacalar diye tiyatro grubu mu olur?”

Ağustos 1947’de Elazığ’ın Loriken köyünde doğan Aydın Doğan reçber bir ailenin çocuğu. Babası öldükten sonra annesi işleri yürütemeyince onu başka bir ailenin yanına vermiş. 10 yaşından itibaren pek çok işte çalışmış: berber çıraklığı, terzi yamaklığı… Kundura çivisi bile doğrultmuş ama bakmış hep aynı iş, bunalıp bırakmış işi.
Ardından gençlik yıllarında yolu, “burada sanatla, tiyatroyla tanıştım” dediği Ankara’ya düşmüş. Üniversite eğitimi almayan Doğan, bilgi açlığını gidermek için bu şehirde çok iyi oyunlar izlemiş, dünyanın neredeyse bütün tiyatro klasiklerini okumuş. 1967’de birkaç arkadaş toplanıp, Kara Atmacalar adında bir tiyatro grubu kurmuşlar. Amaçları, taşlamalı komedi yapmak. Anlatıyor: “Kara Atmacalar diye tiyatro grubu mu olur? Özenti işte! Biliyorsunuz o dönem 68 rüzgarı var; Kurtalan Ekspresler, Apaçiler, Cem Karacalar, Erkin Koraylar… Ortalık yıkılıyor. Biz de onlara heveslendik. Alakasız bir isim koyduk.” Doğan askere gidince grup dağılmış. Askerden döndükten sonra bir süre Ankara gazetesinde muhabirlik yapan Doğan tiyatrodan uzak kalmaya dayanamayıp, yine birkaç arkadaşıyla birlikte 78’de Kardeş Tiyatro isimli bir grup kurmuş. Grubun, provalarını bir marangoz atölyesindeki talaşların arasında yaptığı oyun tam 72 okulda sergilenmiş. “Organizasyona yetişemeyen” grup da dağılmış. Aydın Doğan’ın tiyatro macerası bunlarla sınırlı kalmamış. Ortaya müthiş bir iddia atmasına neden olacak asıl mesele de burada başlıyor zaten.

“Turgut Özakman oyunumu çaldı!”

Doğan askerden döner dönmez yazdığı Delioğlan adlı çocuk oyununu, üzerinde bazı düzeltmeler yaparak, Çankaya Belediyesi’nin düzenlediği “Gençlik ve Çocuk Oyunları Yarışması”na göndermiş. Aralarında Turgut Özakman’ın da bulunduğu jüri, oyunu ilk beşe sokarak, Doğan’a bir plaket vermiş. Doğan, oyununu 1995’te, içine başka oyunları da ilave edip, editörü olduğu Yaba Yayınevi’nden “Delioğlan ve Diğerleri” adıyla basmış. Sonrasını anlatıyor Doğan: “İnternette dolaşırken Delioğlan Müzikali’yle karşılaştım. Baktım oyunun altında Turgut Özakman’ın imzası var. Yıl 2008… Olabilir dedim, Delioğlan adı benim ipoteğimde değil. Sonra peşine düştüm. Oyunla ilgili eleştirileri, oyunun konusunu okudum. Kitabı okudum. Benim oyunum 89’da ödül aldı, kitabım 95’te basıldı. Özakman’ınki ise 2008’de… Belgelerim var. Turgut Özakman yarışma jürisinde olduğu ve benim adımı, sanımı önemsemediği için bir amatör yazmış gözüyle bakıp, benim oyunumu “Delioğlan, bir Türk Masalı” ibaresini düşerek İzmir Devlet Tiyatrosu repertuarına sokmuş. Ciddi bir para kazandı bu sayede. Ben de Delioğlan’ı Ankara Devlet Tiyatrosu’na önermiştim ama reddettiler. Neden? Çünkü kendilerini kayırıyorlar. Devlet tiyatrolarında takma adla, kendi ailelerinden insanlara oyun yazdıranlar bile var; para dışarıya gitmesin diye. Benim imkansızlıklar nedeniyle ancak altı kişiyle oynatabildiğim oyunumu bu adam 20, 30 kişiye çıkarmış. Delioğlan’ın yanına Akkız diye bir sevgili koymuş. İstersen 100 kişilik yap. İddia ediyorum; Turgut Özakman benim oyunumu kendine mal etmiş.” Önce dava açmayı düşünmüş Doğan ama avukat olan bir arkadaşı, “çetrefilli olur” deyince uğraşmamış.

“Sen yandın aslanım! Bu mahalleyi terk edeceksin!”

Aydın Doğan’ın İstanbul’a yerleştiği tarih 1998. Ondan önce Ankara’da. 70’lere, 80’lere kısacası darbe ve muhtıralara karşı mücadelesini hep burada vermiş.
12 Mart, insanların okuduğu kitaplarla bile mimlendiği, “vatan haini”, “bölücü” olmadı “komünist” diye yaftalandığı, içeri alındığı yıllar… O yıllarda üniversiteli iki arkadaşıyla aynı evde yaşayan Aydın Doğan bir gün eve geldiğinde ilginç bir manzarayla karşılaşmış. Ev arkadaşlarından biri evdeki kitapları sobada yakıyormuş. Kitaplar Aziz Nesin’in, Yaşar Kemal’in, Fakir Baykurt’un… Dayanamamış Doğan, almış kitapları. Sonrasını anlatıyor: “Bunlar dedim bana ait. Evi basarlarsa sorumluluğu ben alıyorum. Şansımız yaver gitti; bir şey olmadı. Bizim konumumuzdaki diğer arkadaşları içeri aldılar çünkü.”
Derken 70ler’in ortaları gelmiş, çatmış. Doğan o yıllarda Aydınlıkevler’deki kitapçısının başında. Vitrininde mutlaka ya Nazım ya Yaşar Kemal. Dükkana gelen misafirlerin çoğu mimli devrimci. Doğan, “solcu” yaftasının hakkını ziyadesiyle veriyormuş yani. Durum böyle olunca, ülkücülerin kuşatmasındaki bir muhitte insanın başının belaya girmesi de kaçınılmaz oluyor. Gece baskınlarıyla defaten içeri alınmış ama tartaklanmamış. “Mahallede bilinen biriydim, ondan harhalde” diyor. Geceleri de dükkanı tahrip edilmiş, hem de defalarca. Üstelik ölüm tehditleri de alıyormuş. Korkudan kimse gelemez olmuş dükkana. Doğan da durumu her seferinde polise bildirmiş ama bakmış, gelen giden yok. Sonunda resti çekmiş, kartonlara, “Polis ülkücülerle işbirliği yaptı” minvalinde sloganlar yazıp, dükkanın camına asmış. “Geçekten de öyleydi ama” diyor ve sonrasını anlatıyor: “10 dakika geçmedi. Ekip gelip, beni götürdü. Sorgu, sual… Neyse, polis yolda bana, ‘Sen yandın aslanım’ diyor, ‘bu mahalleyi terk edeceksin’. Sonra savcı serbest bıraktı beni. Dışarıda beni götürme iştahıyla bekleyen polisler de morardı, gitti.”

“Yok ya bunun bıyığı var; bu o Aydın Doğan değil!”

Gelelim “Aydın Doğan” olmak meselesine… Bu öyle sıradan bir isim benzerliği değil. Söz konusu olan, Türkiye’nin en ünlü işadamlarından biri. Onunla aynı isme sahip olup, bundan nasiplenmemek de olanaksız görünüyor. Biz de sorduk: “İsminizden dolayı neler geldi başınıza?”
Tam da tahmin ettiğimiz üzere, Aydın Doğan bu konudan bir hayli mustarip çıktı. Sene 2002… “Medya patronu Aydın Doğan’ın diğer medya gruplarıyla alacak, verecek meselesi varmış. Bana bir zarf geldi. Hanım almış, bu zarfta bir tuhaflık var dedi. Açtık, Aydın Doğan benim tamam. Benim adresim yazılı. Bir de borca baktım ki, trilyonlar. Alacakların da adı yazılı; Dinç Bilgin falan var. Bende sigortalar attı ama gülüyorum bir taraftan. Ben kendi çapımda bir emek yayıncısıyım. O kadar borcum nasıl olsun? Hemen kimliğimi, dilekçemi aldım. Haciz memurluğuna gittim. Dedim ben buyum! Adam ‘geçmiş olsun, başını zor kurtarırsın’ dedi. Korktum tabii. Borç üstüme kalsa n’apacam? Bir günümü orada geçirdim. Sonra konu kapandı, bir şey olmadı.”

Sadece isim benzerliği olsa iyi, üstüne bir de meslek benzerliği eklenince, başına gelmeyen kalmamış Aydın Doğan’ın. Anlatıyor: “Yaba dergisine dışarıdan yazılar geliyor. Bazıları yazılarının sonuna ekliyor, ‘Yaba’da yayınlamazsanız, Milliyet Sanat’ta yayınlayın’ diye. Milliyet’in sahibi olan Aydın Doğan sanıyorlar yani beni.”

Yaklaşık 10 tane kitap yazan Aydın Doğan, “nasıl olsa diğer Aydın Doğan kalem oynatmıyor, o olmadığını anlarlar” diyerek, kendi imzasını atmış kitaplarına. İmza günlerinde de enteresan tepkilere maruz kalmış tabii. “Yine de diğer Aydın Doğan sanıyorlardı beni. Kitaplarıma bakarak, ‘bu adam kitap da mı yazdı bu kadar şeyden sonra?’ gibi hakaret hatta burada söyleyemeyeceğim küfürler içeren konuşmalar duydum” diyen Doğan’a bakıp, “Yok ya bunun bıyığı var; bu o Aydın Doğan değil!” diyenler bile olmuş. Aydın Doğan durumdan şikayetçi. “Ben Aydın Doğan olarak Ankara’daki gazetede çalışırken ve Yaba’yı kurduğumda, bu Aydın Doğan’ın adı yoktu ortada. Milliyet’in satılmasının ardından çıktı Aydın Doğan” diyor. Doğan çareyi imzasını değiştirmekte bulmuş. Bundan sonra çıkaracağı kitaplarda, başa babasının adını ekleyip, Aziz Aydın Doğan imzasını kullanacak. Doğan’ın bulduğu çözüme arkadaşları kızıyormuş, “bir öyle bir böyle olur mu?” diyorlarmış ama o, “Ben imzamın büyük olması peşinde değilim” diyor, “ortaya koyduğum ürün önemli benim için. Hem bir de böyle bir yazar olsun n’olacak?”

YABA’ya cezaevinden mektup var!

Yaba dergisi ilk kez 1979 Ağustos’unda, Ankara’da çıkar. O sıralar derginin başında Aydın Doğan’ın yanı sıra, birkaç arkadaşı daha vardır ama bir süre sonra derginin sorumluluğu yalnız Doğan’ın omuzlarında kalır. “Kendimi her zaman bir Anadolu çocuğu olarak görmüşümdür” diyen Doğan, derginin yayın çizgisinin de bu şekilde oluştuğunu söylüyor: “Anadolulu, çağdaş, halklara saygılı bir yayın çizgimiz var”.
Tam olarak nasıl bir çizgi bu? Aydın Doğan şöyle yanıtlıyor: “Yıllardır Ermeni sorunu, Kürt sorunu ve benzer azınlık sorunları yaşanıyor bu ülkede. Bu halkları inkar etme politikası gitgide bizi bu hale getirdi, Türkleri yalnızlaştırdı. Ben de bu politikaya karşı durarak, halklara saygılı diyorum.”
Yaba dergisinde en çok dikkat celbeden bölüm, “Cezaevi Mektupları”. Aydın Doğan derginin her sayısını, tüm cezaevlerine gönderiyor. Hatta dergide, tutuklulardan gelen mektuplar, yazılar ve şiirler de yayınlanıyor. Derginin içeriği ve duruşu belli. Zira ilk sayfadan itibaren, “Şimdi Kürt’e Kürt Denecek”, “Kürt Sorunu ve Bask Modeli, “Dünden Yarına Kürtler” gibi milliyetçi kesimi gülümsetmeyeceği aşikar başlıklar, arkalardaysa Nazım Hikmet’in fotoğrafları göze çarpıyor. Mahkumlarla iletişime geçilebildiğine göre, cezaevi yönetimleri derginin içeri alınmasında bir sakınca görmüyor olsa gerek. Aydın Doğan cevaplıyor: “Yayın yönetmeni olarak Aydın Doğan yazıyor ya, herhalde ondan sorun çıkarmıyorlar. Kırk yılın biri işe yaradı yani bu isim.”
İki ayda bir çıkan Yaba dergisi yalnızca Galata’daki Yaba Edebiyat’ta satılıyor.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Dünyanın ilk transeksüeli Einar Mogens Wegener'in hikayesi... “Zavallı, küçük Lili'm benim”








Doğduğunda erkekti. Üniversite yıllarında, kendisi gibi ressam olan Gerda Gottlieb’le evlendi. Gerda’ya şöhreti sunan tablolardaki esrarengiz kadın modelin bizzat “o” olduğunun anlaşılması büyük sansasyon yarattı. Madem her şey açığa çıkmıştı, artık içinde taşıdığı kadını açığa vurması için hiçbir engel yoktu. Cinsiyet değiştirerek, dünyanın ilk transeksüeli oldu. Danimarkalı ressam Einar Wegener’in (kadın adıyla Lili Elbe) koca bir trajediyi içinde barındıran yaşamı öylesine sıradışı ki, sinemadan edebiyata, popüler kültürün pek çok alanında ilham kaynağı olmasına şaşırmamak gerek. Birkaç kelimeyle izah edilmeye çalışıldığında bile son derece çalkantılı görünen bu hikayenin en başına döneceğiz şimdi.

Einar, Lili ve Gerda


Sıradışı hikaye, bir bakan kızı olan Gerda Gottlieb’in, ressam olabilmek için 1902’de ülkesini terk edip, Kopenag’a taşınmasıyla başladı. Kopenag Sanat Okulu’na kaydolan Gerda burada kendisi gibi ressam olan Einar Wegener’le tanıştı. Hemen evlendiler. Gerda 19 yaşındaydı, Einar 22. Gerda’nın “badem gözlü, güzel kadın” portreleri kısa sürede ülkede büyük ses getirip, ona pek çok önemli serginin ve ödülün kapılarını aralarken, bir soru akılları meşgul ediyordu: portrelerdeki güzel kadın kimdi? Çok geçmeden, 1913’te, Danimarka’da büyük bir sansasyona neden olacak gerçek ortaya çıktı: Gerda’ya yıllardır modellik yapan bu kadın aslında, kocası Einar Wegener, dişi adıyla Lili’ydi… Bir erkeğin, kadın giysileri içinde eşine modellik yapması, Danimarka’da hoş karşılanmayınca çift, skandaldan uzaklaşmak için Paris’e yerleşmek zorunda kaldı. Böylece Einar aleni bir şekilde kadın olarak gezebilecek, yani Lili olabilecek ve çift nihayet “lezbiyen” ilişkilerini nispeten daha rahat yaşayabilecekti. Zira Einer 1920’lerde, gece dışarı çıkarken ya da evde arkadaşlarını ağırlarken, tıpkı Gerda’nın portrelerindeki gibi feminen kıyafetlere bürünerek Lili oluveriyordu. Yalnızca çiftin çok yakın dostları Lili’nin gerçek kimliğinden haberdardı. Yabancılara, “Gerda’nın kızkardeşi” olarak tanıtılan Lili’nin, evlilik tekliflerine maruz kalmışlığı bile var. Zaman geçtikçe Einar Lili’yi daha çok benimsedi ve onu büsbütün açığa çıkarmaya başladı. Artık aleni bir şekilde lezbiyen olan Gerda, bir nevi üçüncü kişi olan Lili’nin varlığından hiç de şikayetçi görünmüyordu. Hatta çiftin çok yakın bir dostu olan Nikolaj Pors’un söylediğine göre, “Gerda, canı sıkıldığı zaman Einar’a kadın kıyafetleri giyip, Lili olması için ısrar bile ediyor”du. Pors, “Gerda, Einar ve Lili üçlüsü”nün ilişkilerini şöyle tarif etmiş: “Einar ve Gerda Lili’nin ailesi gibiler. İkisi de Lili’den vazgeçemiyor.” Dönemi de göz önünde bulundurunca, böylesi dikkat celbeden bir çiftle ilgili yapılabilecek dedikoduların bununla sınırlı olması düşünülemez muhakkak. O dönemde özellikle Gerda’nın, kocası üzerinde olumsuz etkileri olduğuna dair muhtelif spekülasyonlar da ortaya atıldı. Bunlardan en ağırı da hiç şüphesiz, Gerda’nın, “cinsiyet değiştirmesine teşvik ederek, Einar’ın, daha doğrusu Lili’nin ölümüne neden olan bir katil” olarak suçlanmasıydı. Buna daha sonra geleceğiz…

Ameliyatlar ve ölüm


Nihayet Einar 1930 yılında cinsiyetini değiştirerek Lili’yi hayatının her anında, en az ruhunda olduğu kadar bedeninde de yaşatmaya karar verdi. Uzman Seksolog Magnus Hirschfeld’in kontrolünde Berlin’de gerçekleşen ilk operasyonla Wegener’in testisleri alındı. Ameliyat Almanya ve Danimarka basınında büyük sansasyon yarattı. Zira, dünyada bir ilki gerçekleştiren Wegener, yeni “daimi” adıyla Lili Elbe, dünyanın ilk transeksüeli olarak tarihe geçmişti bile. Lili artık tamzamanlı bir gerçeklikti. Ancak Einar’ın ölümünden doğan Lili, yeni çalkantılar ve tersyüz oluşlar demekti. Ameliyatın akabinde Gerda ve Lili, iki kadının evli olması yasalara ters düştüğü için, uğruna onca yükün altına girdikleri evliliklerini bitirmek zorunda kaldılar. Gerda İtalyan bir diplomatla evlenip, Fas’a yerleşirken, Lili kim olduğu bilinmeyen bir erkekle ilişki yaşamaya başladı ve ressamlığı bıraktı. Lili’ye göre bu yetenek, Einar’da vardı; onda değil.
Derken penis yerine yumurtalıkların yerleştirildiği ikinci ameliyat, hücre uyuşmazlıkları ve diğer komplikasyonları bertaraf etmek için, ölüm tehlikesi kuvvetle muhtemel olmasına rağmen girişilen üçüncü ve dördüncü müdahaleler… Lili gerçek bir kadın olabilmesi için yumurtalık naklinin şart olduğunu düşünüyor, böylelikle, 49 yaşında olmasına rağmen, ona evlenme teklif eden sevgilisine bir çocuk verebileceğini umuyordu. Onu anneliğe götüreceğini düşündüğü beşinci operasyon için İsviçre’ye giden Lili, ameliyattan kısa bir süre sonra öldü. Söylenene göre ölüm nedeni, “doku uyuşmazlığı”ydı. Dresden’de ameliyatına giren doktorlardan biriyse, Elbe’nin ölümünün ardından oldukça ilginç bir iddia attı ortaya: "Elbe hermafroditti. Yani hem kadın hem erkek organı taşıyordu. Ayrıca vücudunda gelişmemiş yumurtalıklar ve çok sayıda kadınlık hormonu da tespit ettik.”
Lili Elbe’nin ölümünden eski karısı Gerda’yı sorumlu tutanlar da oldu: “Einar’a kadın kıyafetleri giydirerek, Lili’yi ortaya çıkaran odur. Einar’ı o öldürdü!” O sırada Fas’ta olan Gerda ise eski kocasının, kendi tabiriyle “zavallı, küçük Lili”sinin ölüm haberini aldığında yıkıldı. Kısa bir süre sonra eşinden ayrıldı. Einar’la tanışıp, evlendikleri şehir olan Kopenag’a döndü. Burada küçük bir kiralık daireye kapanıp kendini alkole veren Gerda, Lili’den dokuz yıl sonra, 1940’ta öldüğünde, kariyeri çoktan silinmiş, yalnız bir kadındı. Ölüm haberi, gerek gören bazı gazetelerin arka sayfalara iliştirdiği küçük birer ilandan ibaretti sadece.

Popüler kültürde Lili Elbe


Lili Elbe’nin trajik yaşamı popüler kültürü de ziyadesiyle besledi. 2001’de David Ebershoff’un, Lili Elbe’nin yaşamını ve Gerda’yla sansasyonel evliliğini kaleme aldığı The Danish Girl (Danimarkalı Kız) adlı roman, tüm dünyada “çok satanlar”dan oldu ve birçok dile çevrildi. Roman şimdi de, aynı isimle beyazperdeye aktarılıyor. Tomas Alfredsson’ın yöneteceği filmde Wegener’in hem kadın hem erkek halini Nicole Kidman’ın canlandıracağı geçtiğimiz haftalarda basına duyuruldu. Gerda rolü içinse Charlize Theron düşünülmüştü ancak kendisi rolü kabul etmemiş. Şimdi Gerda’yı kimin oynayacağı muallakta. Gelelim müzik dünyasına… The Stripper Project’in 2008 yılında piyasaya sürdüğü “Filthy Wonderful”ın ilham kaynağı da Lili Elbe’den başkası değil.

16 Ekim 2009 Cuma

Ülkenin en değerli "çöp"leri onda!







Fotoğraflar: Ceren Can
Eski radyo ve pikaplarla dolu oda yüz yıl öncesinin kokusunu taşıyor adeta. Radyoların hepsi ahşap. Her biri açıklı, koyulu renk tonlarıyla, yapıldıkları ağaçların ruhunu taşıyan farklı kimlikler gibi. Güzide birer sanat eseri gibi duruşlarından belli; hepsinde ayrı emek, ayrı özen, ayrı ustalık… Her halleri bugün, dijital teknolojiye bulanarak, kimilerinin gözlerini kamaştıran torunlarından farklı.Yapılışları gibi, kullanılışları da ince bir zahmet, itina istiyor. Üzerine fazlasıyla Türk işi bir örtü serilmiş radyonun üzerindeki gramafonun markası His Master’s Voice. Hani şu, üzerinde gramafona kafasını sokan köpek resmi olanından… Kapının karşısına bakan duvarı boydan boya kaplayan raftaysa, kimbilir kaç kez o gramafonun iğnesine değip, yıllar öncesinin ezgilerini kulaklara bırakan plaklar, 45’likler… Fonda Zeki Müren var. “Söyle, sööylee; hiiç mi beni seevmeediinn?” diyor. Eski plaklara has, hoş bir cızırtı eşlik ederken o şahane sese, sanki elli yıl öncesinde dönmüşüz de, şarkıyı Müren’in yanıbaşında dinliyoruz. Tüm bu tarihi biriktiren kişiyse, Süleyman Durdağ. Kendisi, ülkenin gelmiş geçmiş en geniş radyo koleksiyonlarından birinin sahibi. Alamet-i farikası, 15 yıldır üzerinde çalıştığı koleksiyonun yalnızca Türkiye’deki radyolardan oluşması. İlk parça, Ankara sokaklarında yürürken rastladığı bir eskiciden. Gerisi de ziyadesiyle gelmiş gibi görünüyor; şu an elinde yaklaşık 1500 çeşit radyo mevcut. Radyoları eskici ve antikacı arkadaşlarından temin ediyor. Bazen de birileri ona kendi radyolarını hediye ediyor. En önemli kaynağıysa “çöp”…“Böyle nezih bir uğraş için çöp mü karıştırıyorsunuz?” diyoruz. “Niye öyle diyorsunuz?” diyor, “Çöp deyip geçmeyin, Ankara’nın çöpünden her şey çıkar. Hatta diğer koleksiyoner arkadaşlarla buluşup, hadi çöpe gidelim diyoruz.”

“Radyoya boyum yetişmiyordu”

Durdağ Kayseri doğumlu. Daha sonraları büyük bir aşkla bağlanacağı radyoyla tanışması altı yaşına rastlıyor; 1958’e. O yıllarda memlekette yalnızca İstanbul ve Ankara radyoları vardır. Ortalama Türk ailesinin evindeki en değerli şeydir radyo. O yüzden hemen her evde yükseğe konur. Askerdeki oğlun ya da gelin giden kızın fotoğrafları onun tahta kenarlarına iliştirilir. Evin büyüğünden başka kimse onu açamaz.
Ailesi o yıllarda altı çocuklarıyla birlikte Kayseri’nin Tahtamahalle ilçesinde oturuyor. Demiryollarında geçit bekçiliği yapan babası bir akşam eve bir radyoyla geliyor. İlk iş duvara raf çakılıyor, radyo büyük bir itinayla rafa yerleştiriliyor. Anteni takılıyor ve üzerine bir güzel dantel örtü örtülüyor. Önce birkaç dakikalık geleneksel parazit seansının akabinde, düğmeli kutunun içinden müzik sesi gelmeye başlıyor. Durdağ hayal meyal hatırlayabildiği bu müthiş tanışmayı şöyle anlatıyor: “Boyumun yetmeyeceği kadar yüksekteydi. Akşam yedide Ankara Radyosu’nda ‘ajans saati’nde açılırdı yalnızca. Ondan sonra türkü varsa dinlenir. Yabancı müzik başlayınca, ‘gavurca başladı’ denir, kapatılırdı.”

İlk zamanlar, boyu da erişemediği için radyoya pek yüz vermeyen Durdağ’ın bu “modern” cihaza merakı ona abisi Muzaffer Durdağ’dan bulaşmış: “En büyük abim çok beceriklidir. Radyonun orasını burasını açar, kurcalardı. Ben de onun etrafında dolanıyordum. İdolümdü benim. Radyonun arkası açıkken elektriğe takınca içindeki lambalarda kırmızı ışık çıkmaya başlıyordu. İşte benim için büyü bu!”Lise çağlarına geldiğinde artık radyoya da boyu yetişen Durdağ yavaş yavaş, “nasıl çalışıyor bu?” merakına kapıldığı radyoyu evde kimse yokken dinlemeye başlamış. Bu arada yeni bir hobi edinmiş kendine: evdeki elektronikleri söküp, mekanizmalarını keşfetmek. “Tamirle ilgilendikçe daha çok bağlandım herhalde” diyor. Kendisinin de haberi yok, “büyüyünce” makine mühendisi olacağının sinyallerini veriyor belki de. Zira Durdağ, 72’de Ankara Devlet Mühendislik Akademisi Makine Mühendisliği’ne giriyor. O zamanın modası olan kaset teyp dinliyor o yıllarda. “Sök, topla” ilgisinden dolayı arkadaşlarının bozuk plaklarını da tamir ediyor. Bunca haşırneşirlikten sonra, üniversite yılları, bir süredir içinde kıpırdayan radyo aşkını alevleyiveriyor. Durdağ’ın üniversite yılları Türkiye’nin 12 Mart’la 12 Eylül arasına sıkışan, bunalımlı zamanları… “80 ihtilali bizim kuşağın ideallerini, heveslerini ellerinden aldı. Bunun yerine yeni bir şeyler koymak lazımdı. Bazılarımız alkolik oldu, bazılarımız intihar etti. Kimimiz de kitap yazdı, koleksiyoner oldu” diyor, “benim radyo aşkım da o zaman parladı işte!”

“Ben mal değil, anıları topluyorum”

Durdağ radyo biriktirmek istemiş istemesine ama zor zanaat: alması nakit, ilgilenmesi vakit, saklaması mekan… O nedenle, bu uğraşa başlaması ancak 1994’ü bulmuş. Önceleri böyle geniş bir koleksiyonu hayal bile etmiyormuş hatta sayı hedefi bile yokmuş. İşe başlarken dünyada ne kadar marka ve model olduğundan dahi bihabermiş. Şimdiyse, konuya oldukça vakıf biri olarak, “dünyada bir milyondan fazla model var” diyor. Koleksiyonunda, kendi tabiriyle, “ülkemizdeki yaşanmışlıkları” derliyor. Yurtdışından parçalarla ilgilenmemesinin nedeni de bu. Elindeki radyoların çoğunun hikayesini biliyor; kim kullanmış, o aile radyoyu nasıl almış… Onun için esas mühim noktalar bunlar. Kim bilir, kimin nesi; radyoları tamir ederken rastladığı minik, vesikalık fotoğraflar bile duruyor elinde. Bu özeninin nedenini şöyle izah ediyor: “Ben sadece cihaz yani mal toplamıyorum. Olayın sosyal yanını da topluyorum. Yaşanmışlıkları, anıları topluyorum. Koleksiyon böyle yapılır zaten. Elinde binlerce şey var ama sen onlarla ilgili hiçbir bilgiye sahip değilsin. Koleksiyon olmaz o; mal toplamak olur.” Radyoya verilen bunca emek, eve ayrılan zamandan tasarruf demek oluyor haliyle. Durdağ’ın eşi de başta hiç hoşlanmamış bu radyo aşkından. “Ne yapacaksın bu eski, tozlu şeyleri” diyormuş. Ama bakmış Durdağ’ın ilgisi, sevgisi tükenecek cinsten değil; durumu kabullenmiş. “Sergilerde insanların ilgisini görünce fikrini değiştirdi tabii” diyor Durdağ.

“Bazılarının gözü paradan başka bir şey görmüyor”

Durdağ yıllarca biriktirdiği bu değerli parçaları Ankara’da 2003’ten bu yana açtığı sergilerde görücüye çıkarmış. Nihayi hedefiyse, yine çok sevdiği Ankara’da bir müze kurmak. Ancak bu hevesi maddi olanaksızlıklar yüzünden gerçekleştiremiyor. Hatta onu ulusal ve uluslararası çerçeveye oturtacağından emin olmasına rağmen, İstanbul’da sergi açacak imkana bile sahip değil. Durdağ her biri hatırı sayılır meblağlara malolan taşıma, fotoğraflama, kataloglama ve reklam bedellerinden bahsedince madalyonun diğer tarafı biraz tuzlu görünüyor. Velhasıl, ülkemizin koleksiyon gibi zayıf olduğu aşikar bir konuda, oldukça önemli ve ilgi çekici bir iş gerçekleştiren Durdağ’ın gerek İstanbul’da sergi açabilmek gerekse müze kurabilmek için sponsor desteğine ihtiyacı var. Ancak kimseden ses, seda çıkmaması üzmüş onu. “Bazılarının gözü sadece yeşil tomarları görüyor” diyor, “Koç da dahil buna. Sergimizden haberdar, ne yaptığımızın farkında ama hiç ilgilenmedi bizimle. Böyle bir organizasyona yardımcı olsa, Koç’un koçluğuna bir şey mi olur?

Durdağ’a göre müzik endüstrisindeki devrimler:

* “Edison’un 1877’de konuşan makine yapmak amacıyla yola çıkıp, fonografı icat etmesi. O, dünyadaki plak endüstrisinin başlangıcını oluşturdu.”
* “Marconi’nin 1901’de telsiz radyolarını okyanus ötesine göndermesi. Bugünkü de dahil, sonraki tüm yenilikler telsiz teknolojisinin üstüne kuruldu.”

Radyoyla ilgili birkaç not

*Dünyada ilk radyo yayını, 1906 yılında Amerikalı bir amatör tarafından yapıldı*Cihaz aracılığıyla, kitlelere hitaben yapılan ilk radyo yayını yine Amerika’da yapıldığında yıl 1921’di. ABD’yi Almanya izledi. 30’lu yıllarda sayı ve çeşit olarak hızlı bir yükseliş yaşayan radyo, altın çağını 1960’larda yaşadı.*Türkiye’de radyo yayıncılığı ise 1927’de başladı. O yıllarda ülkede yalnızca İstanbul ve Ankara radyoları yayın yapıyordu.