16 Ekim 2009 Cuma

Ülkenin en değerli "çöp"leri onda!







Fotoğraflar: Ceren Can
Eski radyo ve pikaplarla dolu oda yüz yıl öncesinin kokusunu taşıyor adeta. Radyoların hepsi ahşap. Her biri açıklı, koyulu renk tonlarıyla, yapıldıkları ağaçların ruhunu taşıyan farklı kimlikler gibi. Güzide birer sanat eseri gibi duruşlarından belli; hepsinde ayrı emek, ayrı özen, ayrı ustalık… Her halleri bugün, dijital teknolojiye bulanarak, kimilerinin gözlerini kamaştıran torunlarından farklı.Yapılışları gibi, kullanılışları da ince bir zahmet, itina istiyor. Üzerine fazlasıyla Türk işi bir örtü serilmiş radyonun üzerindeki gramafonun markası His Master’s Voice. Hani şu, üzerinde gramafona kafasını sokan köpek resmi olanından… Kapının karşısına bakan duvarı boydan boya kaplayan raftaysa, kimbilir kaç kez o gramafonun iğnesine değip, yıllar öncesinin ezgilerini kulaklara bırakan plaklar, 45’likler… Fonda Zeki Müren var. “Söyle, sööylee; hiiç mi beni seevmeediinn?” diyor. Eski plaklara has, hoş bir cızırtı eşlik ederken o şahane sese, sanki elli yıl öncesinde dönmüşüz de, şarkıyı Müren’in yanıbaşında dinliyoruz. Tüm bu tarihi biriktiren kişiyse, Süleyman Durdağ. Kendisi, ülkenin gelmiş geçmiş en geniş radyo koleksiyonlarından birinin sahibi. Alamet-i farikası, 15 yıldır üzerinde çalıştığı koleksiyonun yalnızca Türkiye’deki radyolardan oluşması. İlk parça, Ankara sokaklarında yürürken rastladığı bir eskiciden. Gerisi de ziyadesiyle gelmiş gibi görünüyor; şu an elinde yaklaşık 1500 çeşit radyo mevcut. Radyoları eskici ve antikacı arkadaşlarından temin ediyor. Bazen de birileri ona kendi radyolarını hediye ediyor. En önemli kaynağıysa “çöp”…“Böyle nezih bir uğraş için çöp mü karıştırıyorsunuz?” diyoruz. “Niye öyle diyorsunuz?” diyor, “Çöp deyip geçmeyin, Ankara’nın çöpünden her şey çıkar. Hatta diğer koleksiyoner arkadaşlarla buluşup, hadi çöpe gidelim diyoruz.”

“Radyoya boyum yetişmiyordu”

Durdağ Kayseri doğumlu. Daha sonraları büyük bir aşkla bağlanacağı radyoyla tanışması altı yaşına rastlıyor; 1958’e. O yıllarda memlekette yalnızca İstanbul ve Ankara radyoları vardır. Ortalama Türk ailesinin evindeki en değerli şeydir radyo. O yüzden hemen her evde yükseğe konur. Askerdeki oğlun ya da gelin giden kızın fotoğrafları onun tahta kenarlarına iliştirilir. Evin büyüğünden başka kimse onu açamaz.
Ailesi o yıllarda altı çocuklarıyla birlikte Kayseri’nin Tahtamahalle ilçesinde oturuyor. Demiryollarında geçit bekçiliği yapan babası bir akşam eve bir radyoyla geliyor. İlk iş duvara raf çakılıyor, radyo büyük bir itinayla rafa yerleştiriliyor. Anteni takılıyor ve üzerine bir güzel dantel örtü örtülüyor. Önce birkaç dakikalık geleneksel parazit seansının akabinde, düğmeli kutunun içinden müzik sesi gelmeye başlıyor. Durdağ hayal meyal hatırlayabildiği bu müthiş tanışmayı şöyle anlatıyor: “Boyumun yetmeyeceği kadar yüksekteydi. Akşam yedide Ankara Radyosu’nda ‘ajans saati’nde açılırdı yalnızca. Ondan sonra türkü varsa dinlenir. Yabancı müzik başlayınca, ‘gavurca başladı’ denir, kapatılırdı.”

İlk zamanlar, boyu da erişemediği için radyoya pek yüz vermeyen Durdağ’ın bu “modern” cihaza merakı ona abisi Muzaffer Durdağ’dan bulaşmış: “En büyük abim çok beceriklidir. Radyonun orasını burasını açar, kurcalardı. Ben de onun etrafında dolanıyordum. İdolümdü benim. Radyonun arkası açıkken elektriğe takınca içindeki lambalarda kırmızı ışık çıkmaya başlıyordu. İşte benim için büyü bu!”Lise çağlarına geldiğinde artık radyoya da boyu yetişen Durdağ yavaş yavaş, “nasıl çalışıyor bu?” merakına kapıldığı radyoyu evde kimse yokken dinlemeye başlamış. Bu arada yeni bir hobi edinmiş kendine: evdeki elektronikleri söküp, mekanizmalarını keşfetmek. “Tamirle ilgilendikçe daha çok bağlandım herhalde” diyor. Kendisinin de haberi yok, “büyüyünce” makine mühendisi olacağının sinyallerini veriyor belki de. Zira Durdağ, 72’de Ankara Devlet Mühendislik Akademisi Makine Mühendisliği’ne giriyor. O zamanın modası olan kaset teyp dinliyor o yıllarda. “Sök, topla” ilgisinden dolayı arkadaşlarının bozuk plaklarını da tamir ediyor. Bunca haşırneşirlikten sonra, üniversite yılları, bir süredir içinde kıpırdayan radyo aşkını alevleyiveriyor. Durdağ’ın üniversite yılları Türkiye’nin 12 Mart’la 12 Eylül arasına sıkışan, bunalımlı zamanları… “80 ihtilali bizim kuşağın ideallerini, heveslerini ellerinden aldı. Bunun yerine yeni bir şeyler koymak lazımdı. Bazılarımız alkolik oldu, bazılarımız intihar etti. Kimimiz de kitap yazdı, koleksiyoner oldu” diyor, “benim radyo aşkım da o zaman parladı işte!”

“Ben mal değil, anıları topluyorum”

Durdağ radyo biriktirmek istemiş istemesine ama zor zanaat: alması nakit, ilgilenmesi vakit, saklaması mekan… O nedenle, bu uğraşa başlaması ancak 1994’ü bulmuş. Önceleri böyle geniş bir koleksiyonu hayal bile etmiyormuş hatta sayı hedefi bile yokmuş. İşe başlarken dünyada ne kadar marka ve model olduğundan dahi bihabermiş. Şimdiyse, konuya oldukça vakıf biri olarak, “dünyada bir milyondan fazla model var” diyor. Koleksiyonunda, kendi tabiriyle, “ülkemizdeki yaşanmışlıkları” derliyor. Yurtdışından parçalarla ilgilenmemesinin nedeni de bu. Elindeki radyoların çoğunun hikayesini biliyor; kim kullanmış, o aile radyoyu nasıl almış… Onun için esas mühim noktalar bunlar. Kim bilir, kimin nesi; radyoları tamir ederken rastladığı minik, vesikalık fotoğraflar bile duruyor elinde. Bu özeninin nedenini şöyle izah ediyor: “Ben sadece cihaz yani mal toplamıyorum. Olayın sosyal yanını da topluyorum. Yaşanmışlıkları, anıları topluyorum. Koleksiyon böyle yapılır zaten. Elinde binlerce şey var ama sen onlarla ilgili hiçbir bilgiye sahip değilsin. Koleksiyon olmaz o; mal toplamak olur.” Radyoya verilen bunca emek, eve ayrılan zamandan tasarruf demek oluyor haliyle. Durdağ’ın eşi de başta hiç hoşlanmamış bu radyo aşkından. “Ne yapacaksın bu eski, tozlu şeyleri” diyormuş. Ama bakmış Durdağ’ın ilgisi, sevgisi tükenecek cinsten değil; durumu kabullenmiş. “Sergilerde insanların ilgisini görünce fikrini değiştirdi tabii” diyor Durdağ.

“Bazılarının gözü paradan başka bir şey görmüyor”

Durdağ yıllarca biriktirdiği bu değerli parçaları Ankara’da 2003’ten bu yana açtığı sergilerde görücüye çıkarmış. Nihayi hedefiyse, yine çok sevdiği Ankara’da bir müze kurmak. Ancak bu hevesi maddi olanaksızlıklar yüzünden gerçekleştiremiyor. Hatta onu ulusal ve uluslararası çerçeveye oturtacağından emin olmasına rağmen, İstanbul’da sergi açacak imkana bile sahip değil. Durdağ her biri hatırı sayılır meblağlara malolan taşıma, fotoğraflama, kataloglama ve reklam bedellerinden bahsedince madalyonun diğer tarafı biraz tuzlu görünüyor. Velhasıl, ülkemizin koleksiyon gibi zayıf olduğu aşikar bir konuda, oldukça önemli ve ilgi çekici bir iş gerçekleştiren Durdağ’ın gerek İstanbul’da sergi açabilmek gerekse müze kurabilmek için sponsor desteğine ihtiyacı var. Ancak kimseden ses, seda çıkmaması üzmüş onu. “Bazılarının gözü sadece yeşil tomarları görüyor” diyor, “Koç da dahil buna. Sergimizden haberdar, ne yaptığımızın farkında ama hiç ilgilenmedi bizimle. Böyle bir organizasyona yardımcı olsa, Koç’un koçluğuna bir şey mi olur?

Durdağ’a göre müzik endüstrisindeki devrimler:

* “Edison’un 1877’de konuşan makine yapmak amacıyla yola çıkıp, fonografı icat etmesi. O, dünyadaki plak endüstrisinin başlangıcını oluşturdu.”
* “Marconi’nin 1901’de telsiz radyolarını okyanus ötesine göndermesi. Bugünkü de dahil, sonraki tüm yenilikler telsiz teknolojisinin üstüne kuruldu.”

Radyoyla ilgili birkaç not

*Dünyada ilk radyo yayını, 1906 yılında Amerikalı bir amatör tarafından yapıldı*Cihaz aracılığıyla, kitlelere hitaben yapılan ilk radyo yayını yine Amerika’da yapıldığında yıl 1921’di. ABD’yi Almanya izledi. 30’lu yıllarda sayı ve çeşit olarak hızlı bir yükseliş yaşayan radyo, altın çağını 1960’larda yaşadı.*Türkiye’de radyo yayıncılığı ise 1927’de başladı. O yıllarda ülkede yalnızca İstanbul ve Ankara radyoları yayın yapıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder