29 Ekim 2009 Perşembe

AYDIN DOĞAN: "Kendi halinde bir emek yayıncısıyım"

Adı Aydın Doğan. Ama şu meşhur medya patronu olanından değil. Galata’da sahafı var. Ayrıca 30 yıldır Yaba dergisini çıkarıyor. 10’a yakın kitap yazmış. Yaba Edebiyat’ın sahibi. Kendi halinde bir yayıncı yani. Merak etmemek mümkün mü: Böyle gözönünde bir kişiyle aynı adı taşımak nasıl bir şey? Bu yüzden başına enteresan şeyler geldi mi?
Bu soruları sormak üzere Doğan’ın Galata’daki sahafına gittik. Tavanı yüksek, eski bir apartman burası. Merdivenler mermerden. Ahşap trabzanın bitip, bir kat yukarıdaki dükkanın kapısının önüne denk geldiği tarafa bir kilim asılmış. Dükkanın girişinde oldukça eski olduğu aşikar dergiler var. Tüm duvarlar, tabandan tavana kitap, dergi, film afişi, antika saat ve telefonlarla dolu. Her haliyle buram buram “eski” kokan dükkanın iç tarafında, Aydın Doğan oturuyor. Duruşu ve bakışıyla, türlü mecrada görmeye alışık olduğumuz adaşından ziyadesiyle farklı görünüyor. Çok görmüş, geçirmiş olduğu her halinden belli. Daha yaşlı bir kere. Kafasının ortası açılmış. Bembeyaz, pos bıyıklarının altından beliren sıcak gülümsemesiyle karşılıyor bizi. O zaman, belki de kemerli burnunun yüzüne oturttuğu sert ifadesi yumuşayıveriyor bir anda.
Biz, oturur oturmaz, isimden kaynaklı komik maceraları dinlemeye teşneydik aslında. Dinledik de. Oldukça eğlenerek hatta. Sonra bir baktık, muhabbetin seyri değişmiş. Doğan bize 12 Mart’ı, 12 Eylül döneminde ülkücüler tarafından nasıl mimlendiğini, tiyatro maceralarını, Turgut Özakman’ın, kendisine ait olan Delioğlan oyununu çaldığını anlatıyor. Meğer Aydın Doğan çok görmüş, çok geçirmiş bir aydın olarak nasıl da sıra dışı bir portreymiş!

“Kara Atmacalar diye tiyatro grubu mu olur?”

Ağustos 1947’de Elazığ’ın Loriken köyünde doğan Aydın Doğan reçber bir ailenin çocuğu. Babası öldükten sonra annesi işleri yürütemeyince onu başka bir ailenin yanına vermiş. 10 yaşından itibaren pek çok işte çalışmış: berber çıraklığı, terzi yamaklığı… Kundura çivisi bile doğrultmuş ama bakmış hep aynı iş, bunalıp bırakmış işi.
Ardından gençlik yıllarında yolu, “burada sanatla, tiyatroyla tanıştım” dediği Ankara’ya düşmüş. Üniversite eğitimi almayan Doğan, bilgi açlığını gidermek için bu şehirde çok iyi oyunlar izlemiş, dünyanın neredeyse bütün tiyatro klasiklerini okumuş. 1967’de birkaç arkadaş toplanıp, Kara Atmacalar adında bir tiyatro grubu kurmuşlar. Amaçları, taşlamalı komedi yapmak. Anlatıyor: “Kara Atmacalar diye tiyatro grubu mu olur? Özenti işte! Biliyorsunuz o dönem 68 rüzgarı var; Kurtalan Ekspresler, Apaçiler, Cem Karacalar, Erkin Koraylar… Ortalık yıkılıyor. Biz de onlara heveslendik. Alakasız bir isim koyduk.” Doğan askere gidince grup dağılmış. Askerden döndükten sonra bir süre Ankara gazetesinde muhabirlik yapan Doğan tiyatrodan uzak kalmaya dayanamayıp, yine birkaç arkadaşıyla birlikte 78’de Kardeş Tiyatro isimli bir grup kurmuş. Grubun, provalarını bir marangoz atölyesindeki talaşların arasında yaptığı oyun tam 72 okulda sergilenmiş. “Organizasyona yetişemeyen” grup da dağılmış. Aydın Doğan’ın tiyatro macerası bunlarla sınırlı kalmamış. Ortaya müthiş bir iddia atmasına neden olacak asıl mesele de burada başlıyor zaten.

“Turgut Özakman oyunumu çaldı!”

Doğan askerden döner dönmez yazdığı Delioğlan adlı çocuk oyununu, üzerinde bazı düzeltmeler yaparak, Çankaya Belediyesi’nin düzenlediği “Gençlik ve Çocuk Oyunları Yarışması”na göndermiş. Aralarında Turgut Özakman’ın da bulunduğu jüri, oyunu ilk beşe sokarak, Doğan’a bir plaket vermiş. Doğan, oyununu 1995’te, içine başka oyunları da ilave edip, editörü olduğu Yaba Yayınevi’nden “Delioğlan ve Diğerleri” adıyla basmış. Sonrasını anlatıyor Doğan: “İnternette dolaşırken Delioğlan Müzikali’yle karşılaştım. Baktım oyunun altında Turgut Özakman’ın imzası var. Yıl 2008… Olabilir dedim, Delioğlan adı benim ipoteğimde değil. Sonra peşine düştüm. Oyunla ilgili eleştirileri, oyunun konusunu okudum. Kitabı okudum. Benim oyunum 89’da ödül aldı, kitabım 95’te basıldı. Özakman’ınki ise 2008’de… Belgelerim var. Turgut Özakman yarışma jürisinde olduğu ve benim adımı, sanımı önemsemediği için bir amatör yazmış gözüyle bakıp, benim oyunumu “Delioğlan, bir Türk Masalı” ibaresini düşerek İzmir Devlet Tiyatrosu repertuarına sokmuş. Ciddi bir para kazandı bu sayede. Ben de Delioğlan’ı Ankara Devlet Tiyatrosu’na önermiştim ama reddettiler. Neden? Çünkü kendilerini kayırıyorlar. Devlet tiyatrolarında takma adla, kendi ailelerinden insanlara oyun yazdıranlar bile var; para dışarıya gitmesin diye. Benim imkansızlıklar nedeniyle ancak altı kişiyle oynatabildiğim oyunumu bu adam 20, 30 kişiye çıkarmış. Delioğlan’ın yanına Akkız diye bir sevgili koymuş. İstersen 100 kişilik yap. İddia ediyorum; Turgut Özakman benim oyunumu kendine mal etmiş.” Önce dava açmayı düşünmüş Doğan ama avukat olan bir arkadaşı, “çetrefilli olur” deyince uğraşmamış.

“Sen yandın aslanım! Bu mahalleyi terk edeceksin!”

Aydın Doğan’ın İstanbul’a yerleştiği tarih 1998. Ondan önce Ankara’da. 70’lere, 80’lere kısacası darbe ve muhtıralara karşı mücadelesini hep burada vermiş.
12 Mart, insanların okuduğu kitaplarla bile mimlendiği, “vatan haini”, “bölücü” olmadı “komünist” diye yaftalandığı, içeri alındığı yıllar… O yıllarda üniversiteli iki arkadaşıyla aynı evde yaşayan Aydın Doğan bir gün eve geldiğinde ilginç bir manzarayla karşılaşmış. Ev arkadaşlarından biri evdeki kitapları sobada yakıyormuş. Kitaplar Aziz Nesin’in, Yaşar Kemal’in, Fakir Baykurt’un… Dayanamamış Doğan, almış kitapları. Sonrasını anlatıyor: “Bunlar dedim bana ait. Evi basarlarsa sorumluluğu ben alıyorum. Şansımız yaver gitti; bir şey olmadı. Bizim konumumuzdaki diğer arkadaşları içeri aldılar çünkü.”
Derken 70ler’in ortaları gelmiş, çatmış. Doğan o yıllarda Aydınlıkevler’deki kitapçısının başında. Vitrininde mutlaka ya Nazım ya Yaşar Kemal. Dükkana gelen misafirlerin çoğu mimli devrimci. Doğan, “solcu” yaftasının hakkını ziyadesiyle veriyormuş yani. Durum böyle olunca, ülkücülerin kuşatmasındaki bir muhitte insanın başının belaya girmesi de kaçınılmaz oluyor. Gece baskınlarıyla defaten içeri alınmış ama tartaklanmamış. “Mahallede bilinen biriydim, ondan harhalde” diyor. Geceleri de dükkanı tahrip edilmiş, hem de defalarca. Üstelik ölüm tehditleri de alıyormuş. Korkudan kimse gelemez olmuş dükkana. Doğan da durumu her seferinde polise bildirmiş ama bakmış, gelen giden yok. Sonunda resti çekmiş, kartonlara, “Polis ülkücülerle işbirliği yaptı” minvalinde sloganlar yazıp, dükkanın camına asmış. “Geçekten de öyleydi ama” diyor ve sonrasını anlatıyor: “10 dakika geçmedi. Ekip gelip, beni götürdü. Sorgu, sual… Neyse, polis yolda bana, ‘Sen yandın aslanım’ diyor, ‘bu mahalleyi terk edeceksin’. Sonra savcı serbest bıraktı beni. Dışarıda beni götürme iştahıyla bekleyen polisler de morardı, gitti.”

“Yok ya bunun bıyığı var; bu o Aydın Doğan değil!”

Gelelim “Aydın Doğan” olmak meselesine… Bu öyle sıradan bir isim benzerliği değil. Söz konusu olan, Türkiye’nin en ünlü işadamlarından biri. Onunla aynı isme sahip olup, bundan nasiplenmemek de olanaksız görünüyor. Biz de sorduk: “İsminizden dolayı neler geldi başınıza?”
Tam da tahmin ettiğimiz üzere, Aydın Doğan bu konudan bir hayli mustarip çıktı. Sene 2002… “Medya patronu Aydın Doğan’ın diğer medya gruplarıyla alacak, verecek meselesi varmış. Bana bir zarf geldi. Hanım almış, bu zarfta bir tuhaflık var dedi. Açtık, Aydın Doğan benim tamam. Benim adresim yazılı. Bir de borca baktım ki, trilyonlar. Alacakların da adı yazılı; Dinç Bilgin falan var. Bende sigortalar attı ama gülüyorum bir taraftan. Ben kendi çapımda bir emek yayıncısıyım. O kadar borcum nasıl olsun? Hemen kimliğimi, dilekçemi aldım. Haciz memurluğuna gittim. Dedim ben buyum! Adam ‘geçmiş olsun, başını zor kurtarırsın’ dedi. Korktum tabii. Borç üstüme kalsa n’apacam? Bir günümü orada geçirdim. Sonra konu kapandı, bir şey olmadı.”

Sadece isim benzerliği olsa iyi, üstüne bir de meslek benzerliği eklenince, başına gelmeyen kalmamış Aydın Doğan’ın. Anlatıyor: “Yaba dergisine dışarıdan yazılar geliyor. Bazıları yazılarının sonuna ekliyor, ‘Yaba’da yayınlamazsanız, Milliyet Sanat’ta yayınlayın’ diye. Milliyet’in sahibi olan Aydın Doğan sanıyorlar yani beni.”

Yaklaşık 10 tane kitap yazan Aydın Doğan, “nasıl olsa diğer Aydın Doğan kalem oynatmıyor, o olmadığını anlarlar” diyerek, kendi imzasını atmış kitaplarına. İmza günlerinde de enteresan tepkilere maruz kalmış tabii. “Yine de diğer Aydın Doğan sanıyorlardı beni. Kitaplarıma bakarak, ‘bu adam kitap da mı yazdı bu kadar şeyden sonra?’ gibi hakaret hatta burada söyleyemeyeceğim küfürler içeren konuşmalar duydum” diyen Doğan’a bakıp, “Yok ya bunun bıyığı var; bu o Aydın Doğan değil!” diyenler bile olmuş. Aydın Doğan durumdan şikayetçi. “Ben Aydın Doğan olarak Ankara’daki gazetede çalışırken ve Yaba’yı kurduğumda, bu Aydın Doğan’ın adı yoktu ortada. Milliyet’in satılmasının ardından çıktı Aydın Doğan” diyor. Doğan çareyi imzasını değiştirmekte bulmuş. Bundan sonra çıkaracağı kitaplarda, başa babasının adını ekleyip, Aziz Aydın Doğan imzasını kullanacak. Doğan’ın bulduğu çözüme arkadaşları kızıyormuş, “bir öyle bir böyle olur mu?” diyorlarmış ama o, “Ben imzamın büyük olması peşinde değilim” diyor, “ortaya koyduğum ürün önemli benim için. Hem bir de böyle bir yazar olsun n’olacak?”

YABA’ya cezaevinden mektup var!

Yaba dergisi ilk kez 1979 Ağustos’unda, Ankara’da çıkar. O sıralar derginin başında Aydın Doğan’ın yanı sıra, birkaç arkadaşı daha vardır ama bir süre sonra derginin sorumluluğu yalnız Doğan’ın omuzlarında kalır. “Kendimi her zaman bir Anadolu çocuğu olarak görmüşümdür” diyen Doğan, derginin yayın çizgisinin de bu şekilde oluştuğunu söylüyor: “Anadolulu, çağdaş, halklara saygılı bir yayın çizgimiz var”.
Tam olarak nasıl bir çizgi bu? Aydın Doğan şöyle yanıtlıyor: “Yıllardır Ermeni sorunu, Kürt sorunu ve benzer azınlık sorunları yaşanıyor bu ülkede. Bu halkları inkar etme politikası gitgide bizi bu hale getirdi, Türkleri yalnızlaştırdı. Ben de bu politikaya karşı durarak, halklara saygılı diyorum.”
Yaba dergisinde en çok dikkat celbeden bölüm, “Cezaevi Mektupları”. Aydın Doğan derginin her sayısını, tüm cezaevlerine gönderiyor. Hatta dergide, tutuklulardan gelen mektuplar, yazılar ve şiirler de yayınlanıyor. Derginin içeriği ve duruşu belli. Zira ilk sayfadan itibaren, “Şimdi Kürt’e Kürt Denecek”, “Kürt Sorunu ve Bask Modeli, “Dünden Yarına Kürtler” gibi milliyetçi kesimi gülümsetmeyeceği aşikar başlıklar, arkalardaysa Nazım Hikmet’in fotoğrafları göze çarpıyor. Mahkumlarla iletişime geçilebildiğine göre, cezaevi yönetimleri derginin içeri alınmasında bir sakınca görmüyor olsa gerek. Aydın Doğan cevaplıyor: “Yayın yönetmeni olarak Aydın Doğan yazıyor ya, herhalde ondan sorun çıkarmıyorlar. Kırk yılın biri işe yaradı yani bu isim.”
İki ayda bir çıkan Yaba dergisi yalnızca Galata’daki Yaba Edebiyat’ta satılıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder