31 Ağustos 2010 Salı

Genç tasarımcıların harikalar kumpanyası

Her biri birbirinden yetenekli, çiçeği burnunda 12 tasarımcı, Kumpanya 62 başlığı altında kendi tasarımlarını sergiliyor. Tasarladıkları kıyafetlerle Aktüel’e poz verdiler.



Fotoğraf: MÜNHAN ÇINAR

Uzaklara bakmaya pek gerek yok aslında. Bundan beş-altı sene evveline bir göz atınca butiklerin küllerinden yeniden doğuşunu ve yıllar içindeki önlenemez yükselişini görüyoruz. Seri üretim mağazalar arasında sıkışıp kalan neslin sadece Yeşilçam filmlerinde görüp özendiği “özel tasarım” kıyafet satan butikler artık dört bir yanımızı sardı. Hatta durum öyle boyutlara geldi ki, 90’lı yılları hatırlayın; nasıl her gün yeni bir popçu türerdi. Şimdi de her gün yeni bir “tasarımcı”, kendi butiğini hizmete sokuyor. Geçtiğimiz aylarda, çoğu birbirinin tekrarı bu butikler arasında enteresan konseptiyle parıldayan, yeni bir butik açıldı: “Kumpanya 62”. Butiği diğerlerinden ayıran en önemli özellik, tam 12 genç tasarımcının birbirinden eğlenceli tasarımlarını görücüye çıkarması. Hemen hepsi dünyanın en muteber moda okullarından LaSalle Akademi mezunu olan tasarımcılar bir yandan tekstil firmalarıyla çalışırken bir yandan burada yaratıcılıklarına kota koymadan, gönüllerinin istediği tasarımlara imza atıyorlar. Bu hâliyle, yoğun iş temposundan kaçıp 62’den tavşan yapılan bir tasarım sahnesi burası.

Butik her sezon başka bir konsept üzerine çalışacak. İlk sezon konsepti “Alice in the Wonderland”di mesela. Her bir tasarımcı, konsepti kendine göre yorumlayarak belli sayıda parça hazırlıyor. Atölye de hemen aşağı katta. Altta dikip, üstte satıyorlar. Dekorasyonuyla da eğlenceli bir sirki andıran butik kimsede olmayan, alternatif parçaları giyinirken kumaş kalitesini es geçmeyenler için birebir.


“Burada herkes istediğini yapıyor”

Kumpanya 62’nin kurucusu Bahar Arasan, Anadolu Üniversitesi’nde moda tasarımı okuduktan sonra, moda sektöründe istediği gibi tasarımlar yapmanın çok zor olduğunu fark edip önce styling işine yönelmiş. Akabinde uygun giden şartların da yardımıyla, ortağıyla birlikte burayı açmış. Arasan, butikte tasarımcıdan fotoğrafçıya kadar genç isimlerle çalışmaya bilhassa özen göstermiş. Amacı, çok yetenekli bulduğu gençleri “kendi kanatlarıyla uçabilecek” kıvama getirmek. Butikte bulunan herkes gibi o da bu işe bulaşmaktan çok memnun. “Tasarımcı olarak çalışmama nedenlerimi burada yıktım. Kimsenin burada maddi kaygıları yok. İstediğini yapıyor herkes” diyor. Butikte önümüzdeki sezonlarda çocuk tasarımları da olacakmış.


Kumpanya 62’nin Çiçeği Burnunda Tasarımcıları


ZEYNEP YAVUZ: Yelek ve aksesuar aşığı
1983 İstanbul doğumlu. LaSalle Akademi’de moda tasarımı eğitimi almadan önce Marmara Üniversitesi’nde İletişim okumuş. Basic detaylarla hareketlendirilen tasarımlar yapıyor. Elbise, yelek ve aksesuar ağırlıklı olmak üzere yalnızca kadın kıyafetleri tasarlıyor. Yaz için ince ve dökümlü, kışın kalıbı taşıyabilecek kumaşlar kullanıyor.

LEYLAN GÖKÇE: Pelerin ve kukuletalı parçalar
LaSalle’den önce Bilgi Üniversitesi’nde İşletme okumuş. Önce Güney Afrikalı bir tasarımcıyla çalışmış. Şimdi H&M, Zara ve Mango’ya koleksiyon hazırlayan bir firmada çalışıyor. Tasarımlarında en çok “eğlenceli” detaylara özen gösteriyor. Pelerin, kukuleta gibi abartıya kaçan, ülke sınırlarında eşine rastlaması zor parçalar kullanıyor.

PIRIL SÜRMEL: “Ben varım diyen” tasarımlar
1976 Adana doğumlu. Bilkent Üniversitesi Turizm mezunu. Tasarımlarının şahaneliği hiç belli etmese de, butikte LaSalle mezunu olmayan tek tasarımcı. Gösterişli, kendi tabiriyle “ben varım diyen” tasarımları seviyor. Çizgili kumaşlar, kırmızı ve mor renkler en çok tercih ettikleri.

İPEK ARNAS: “2 ters 1 düz” el örgüsü tasarımları var
Kocaeli Üniversitesi İşletme mezunu. Kumpanya 62 için yarattığı modellerde pastel tonlar ağırlıklı çalışmış. Onun dışında siyah beyazı pastel renklerle kombinlediği modeller de çok eğlenceli. Yine kendi yarattığı “2 ters 1 düz” markalı el örgüsü tasarımları da Eylül itibarıyla Kumpanya’da satışa sunulacak.

VİVET YERUŞALMİ: Çılgınlığı sevmiyor
23 yaşında. Ekonomi okurken, okulu bırakıp LaSalle’de moda tasarımı eğitimi almaya başlamış. Tasarımları “klasik ve elegant” olarak tanımlanabilir, zira çok çılgın tasarımlar yapmayı sevmediğini söylüyor. Pastel tonlardaki kumaşlarla yaptığı klasik modelleri “küçük eğlenceler”le detaylandırıyor.

BAŞAK TİNLİ: Şifon ve deri kardeşliği
LaSalle öncesi özgeçmişinde Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi var. 27 yaşında. Hali hazırda bir tekstil firmasında grafik tasarımı yapıyor. Tasarımlarında şifon ve deriyi bir arada kullanıyor.

TUĞÇE ÜLKÜMEN: Balerin tasarımcı
Aynı zamanda balerin ve bale eğitmeni olan Tuğçe kendi atölyesinde muhtelif sahne sanatları için kostüm hazırlıyor. Kumpanya’ya hazırladığı tasarımlarında bu sezon pek revaçta olan pudra rengi, buz mavisi ve gri gibi pastel tonlarda, ipek ve saten gibi tenden kayan kumaşları tercih ediyor.

Ayrıca Filiz Dana, Gonca Karadeniz, Seher Şehirli, Sudi Etüz ve Tanya Çankar Kumpanya 62’deki diğer tasarımcılar.

Dice Kayek marka saatlerin hepsi “çakma”



Dice Kayek, doğumu Paris dolaylarına rastlayan, uluslararası şöhrete kavuşmuş bir Türk markası. Markanın perde arkasında iki kız kardeş, Ayşe ve Ece Ege var. Ece Ege, dünyanın en önemli moda okullarından ESMOD’da moda eğitimi aldıktan sonra Paris’te kalıp Dice Kayek markasını yaratmış. Kardeşi Ayşe Ege de işe dâhil olunca ortaya tüm dünyada kabul gören marka çıkmış.

Dice Kayek’in “Kontrastlar Şehri İstanbul” (İstanbul Contrast) isimli 21 elbiseden oluşan sergisi 25 Ağustos-19 Eylül tarihleri arasında İstanbul Modern’de sergilenecek. Hem sergi hem moda konuşmak için 27 Eylül’de eğitime başlayacak olan Esmod moda okulunda Ece Ege’yle buluştuk. Ege, Esmod’un Sanat Direktörlüğü’nü yapacak aynı zamanda. Şahane tasarımlarını hazırladıkları showroom da hâlihazırda Paris’te olduğundan, “İstanbullu modacı değiliz biz” diyerek söze başlıyor Ege. “Parisli modacı olmak nasıl bir şey?” diye soruyoruz. Şöyle yanıtlıyor: “Orada kendine yer edinebilmek çok zor. Mesela Paris Moda Haftası’nda 200 tane resmi defile var. Markaların kendini tanıtabileceği, gösterebileceği yer neredeyse yok.”


*Nedir moda dünyasındaki bu tasarımcı bolluğu?

Bilemiyorum artık vallahi. Herkes modacı oldu. Ben de çok garipsiyorum. Yurt dışında da böyle. Alexander McQueen öldükten sonra yakın arkadaşı Philipp Tracy, “Bugün her köpeğin ve sahibinin designer (tasarımcı) olduğu bir dünyada Alexander Mc Quenn şöyleydi böyleydi” diye bir şey söylemiş. Olur mu ya? Bunun eğitimi var. Daha da önemlisi kabiliyeti var. Senin doğuştan genlerinde varsa yaratıcılık, yapabilirsin bu işleri. Otur, otur, otur canın sıkılsın. “Kendi işimi yapmak istiyorum” de. Butik aç. Ciddi görmüyor ya insanlar bu işi, modacı oluyor.

*Türkiye’de birilerinin akrabası olan “tasarımcıyım” diye ortaya çıkıyor. Takip ediyor musunuz bu isimleri?

Ediyorum tabii. Onlara yapacak bir şey yok. “Sen bir şey yapamazsın” denemeyeceğine göre. Serbest bir pazar sonuçta. Sen çevrendekileri ikna edip bunu satıyorsan açıkçası engellenemez.

*Bu gibi nedenlerle Türkiye’ye küslük durumunuz var mı?

Hayır canım. Türkiye’yi benim kadar iyi tanıtan insan az vardır. Özellikle AB’ye kabul sürecinde, Türk olmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu yabancı basınla yaptığım her röportajda söyledim.

* Türkiye’de Dice Kayek markası çok popüler değil. Dice Kayek saatlerini görüp “saat de mi tasarlıyorlar” diye sorduğumuzda, “markayı bilen ilk kişi sizsiniz. Bu kadar önemli tasarımcıları kimse tanımıyor” dediler…

O tanınmamamızla ilgili değil maalesef. Her gelen “siz saat mi yapıyorsunuz” diyor. Ne saati? Haberimiz bile yok. İnternette satılıyormuş, stantları varmış.

*Nasıl yani? Siz tasarlamadınız mı o saatleri?

Hayır, alakamız yok. Başkasının emeğinden haksız kazanç sağlamak bu.

* Nasıl oluyor peki?

Kategori kategori marka tescil ettiriyorsun. Biz de tescil ettiriyoruz tabii, aksesuar, kıyafet falan. Orada bir tek Türkiye’nin imza atmadığı bir kategori var. Gözümüzden kaçmış zamanında; saat. Saat için ayrıca tescil ettirmen lazımmış. Aa bir baktık, saat çıkmış. Yapan kişiler bu işi tescil etmişler kendi adlarına.

*Kim yapmış bunu?

Boşver! Ne kadar ayıp bir şey ama. Kötü durumdayız. Saat yapmıyoruz ve yapmayacağız da. Bunu yapan başka birileri. Bu bilinsin yeter.

*Bir içecek firmasının şahane şişe tasarımı da Dice Kayek imzalı. Onu siz yaptınız değil mi?

Evet, o bizim. Çok seviyorum arada endüstriyel tasarım yapmayı.


“İş entari çizmek değil; onu herkes yapar.”

*Türkiye’de neden mağaza açmıyorsunuz?

Açmayı düşünmüyorum. Önce Paris’te olması lazım. Paris’te sadece showroom’umuz var. Tasarımlarımız bazı butik ve mağazalarda satılıyor.

*Türkiye’deki butiklerde satışınız yok ama değil mi?

Yok. Onun nedeni de, Machka markasının tasarımlarını yaptığımız için anlaşma gereği başka yerde ürünlerimiz satılamıyor.

*Paris’te mağaza açmamanızın nedeni ne?

Çünkü o başka bir iş. Tasarım yapıyorsun, üretiyorsun, satıyorsun, ondan sonra finansmanını yapıyorsun falan. O konuda başka insanlarla anlaşıp çalışmak lazım.

*Siz bu kadar detaylı düşünüyorsunuz ama İstanbul’da her gün yeni bir butik açılıyor…

On sene sonra bunun sürekliliği ve cirosu olacaksa herkes yapsın ama bir problem var o durumda. Sırf butik açmak trend diye 2,5 yıl bu işi yapıp sonra bırakmak da iş değil. Moda ciddi bir iş. Ticaret, imalat, büyük yatırımlar var bu işte. Entari çizmek değil ki iş. Onu herkes yapar.

*Sizin İstanbul’da müdavimi olduğunuz bir butik yok mu peki?

Yok öyle bir şey. Vintage butikler açılmış, bakıyorum. Öyle bir kültür yok ki bu ülkede.

*Ben de Kadıköy’de bir bijuteriden aldığım güneş gözlüğünün aynısını, ünlü bir vintage mağazasında 50’lerin gözlüğü etiketiyle görmüştüm…

Evet, onu söylüyorum ben de. Satanın yanında alıcının da bu konuda bir kültürü olması gerekir. Yeni jenerasyona bunun öğretilmesi gerekir.


“Etekle bluzu doğru kombinleyen herkes tasarımcı olmaz”


*Bir ürünün gerçekten vintage olduğunu anlamanın yolu var mı peki?

Vallahi anlamayacaksınız. Ne istiyorsanız alıp, mutlu olacaksın. Sanat eseri almıyorsun sonuçta. Yani buradaki esas sorun şu; etekle bluzu doğru kombinleyen herkesin tasarımcı olamayacağının anlaşılması lazım. Moda dünyası sadece tasarımcıdan ibaret değil. Başka kollardan girebilirsin bu işe.

*Sizin de sanat direktörlüğünü yapacağınız ESMOD, moda endüstrisinin farklı kollarına eleman yetişmesi için iyi bir fırsat değil mi?

Kesinlikle öyle. Eğitimini aldıktan sonra kendin için doğru alana yönelebilmek lazım.


Birbiriyle bağdaşmayan ama ahenk içinde yaşayan insanlar

Dice Kayek’in İstanbul Moda Akademisi (IMA) VE İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından organize edilen “İstanbul Contrast” (Kontrastlar Şehri İstanbul) 25 Ağustos- 19 Eylül tarihlerinde İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde görücüye çıkacak…

*Hüseyin Çağlayan Retrospektifi’nden sonra İstanbul Modern’de Kontrast İstanbul isimli bir sergi açacaksınız. Biraz bahseder misiniz bu sergiden?

Kontrast İstanbul sergisi, ilk önce Paris Fashion Week için Ritz Otel’de yapıldı. Çok başka bir atmosferdi. Sonra Fransa’da Türk Sezonu çerçevesinde kapanış aktivitelerinden biri olarak Paris Les Arts Decoratifs Müzesi’ndeydi. Şimdi İstanbul Kültür Başkenti çerçevesinde İstanbul Fashion Week’in açılışında sergilenecek. Her seferinde de stenografi değişiyor.

*İstanbul’un kontrastları nedir peki?

İnsanların duruşu, politik bakışları… Başka şeylere inanan insanlar olarak bir arada mutlu yaşayabilmeleri. Kim ne derse desin, halk arasında, birebir ilişkilerimizde bir problem yok çünkü.

*Son dönemde ayyuka çıkan toplumsal çatışmanın nedeni ne sizce?

Tamamen politik ve ekonomik tabii ki. Dünyada herkes para peşinde. Benim en sevdiğim arkadaşım başka bir ırktan geliyor olabilir. Çatışmalar var şimdi ama bireysel problemler yok. Onu anlatıyoruz biz de sergiyle. Kocaman bir cami, yanında kilise var. Başı kapalı bir kızın koluna atletli, dar jean’li bir kız girmiş. Birbiriyle bağdaşmayan ama ahenk içinde yaşayan insanlar çok güzel bir görüntü oluşturuyor bence.

*Nasıl tasvir ettiniz peki bu zıtlıkları?

Elbiselerle. İstanbul’un çeşitli yönlerini temsil eden 21 tane elbise var. Birine bakıp Dolmabahçe, birine bakıp lokum diyorsunuz.

Liseli gözüyle İstanbul sokakları

İSTANBULLU LİSELİ GENÇLER KENDİ SOKAKLARINI YAZDI VE ÇEKTİ



Liseli nedir? Nasıl olunur? Bir kere, “liseli” olmak zor zanaattır. Ruhu rengârenk, kanı fıkır fıkır olan genci alırlar “isteklerin, heveslerin nedir?” diye sormadan, önüne önceden hazırlanmış, upuzun bir uyulacaklar listesi koyarlar. Ne de olsa girilecek, her yıl şekli şemali değişen, sayısız sınav vardır… İşte biz, toplumun kendisine dikte ettiği bu sıkıcı role uyup, puan hesaplamaları ve test kitaplarından başını kaldıramadığı için etraftaki türlü nimetten bihaber kalan genç topluluğa “liseli” diyoruz. Nihayet birileri liseli gençliğin içinde bulunduğu bu bunalımlı durumu fark edip sormuş: “Tüm bu hengâme içinde, her gün üzerinde yürüdüğünüz sokağınızı fark ediyor musunuz?”


“Orası mahalle değil, site!”

Fikrin mimarı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi Bölüm Başkanı Doç. Dr. Serhan Ada. Ada’nın, liseli öğrencilerin İstanbul sokaklarıyla ilgili düşüncelerini merak ederek başladığı proje evvela İstanbul 2010 Kültür Başkenti Projesi kapsamındaki “Liseliler 2010’a Katılıyor”un kardeş projesiymiş ancak fon alınamayınca bağımsız devam etmiş, sponsorluğunuysa yine Bilgi Üniversitesi üstlenmiş.

Üç yıl boyunca Nişantaşı’ndan Fatih’e İstanbul’un farklı semtlerinden, farklı liselerinden 106 gençle birlikte yürütülen çalışmanın sonucunda ortaya çıkan, “Liselilerin İstanbul Sokakları” nihayet yayımlandı. Lise öğrencilerinin kendi sokaklarını, mahallelerini anlattıkları fotoğraf ve yazılardan oluşan kitap bu hâliyle Serhan Ada’nın da dediği gibi ileriki yıllarda da “İstanbul sokaklarının kesitini çıkaran, gençlerin hayatlarını ve hayallerini yansıtan” önemli bir belge değeri kazanacak. Proje koordinatörü Şiyar Kubilay da bu çalışma sırasında gençlerin yoğun sınav stresi ve bilgisayar bağımlılığı gibi nedenlerle çevrelerinin farkına varamadıklarını anladıklarını söylüyor: “Liseliler yaşadıkları yerlerle barışık değiller. Bir kere sokak meselesi üzerine düşünmedikleri ortaya çıktı bu çalışmayla. Güvenlikli sitede yaşayan biri, evinden çıktığında sokağa çıktığını zannediyor. Oysa orası sokak ya da mahalle değil, site!” Kubilay’ın enteresan bir tespiti daha var: “Gençler artık sokakta oynayamıyor. Bilgisayar oyunları ve kreşler var artık. Bu çalışmaya katılıp dizinde yara bere olan az sayıda genç, varoş dediğimiz yerlerde yaşayanlar. Sokakta oynamak sadece oralarda kalmış yani.”

Tasarımını işin duayeni olan Bülent Erkmen’in yaptığı kitabın henüz satışı yok. Şimdilik yalnızca İstanbul’daki liselere ve kütüphanelere dağıtılacak. Önümüzdeki günlerde ise, yazıların bir blog sayfasında toplanması ve projenin Türkiye’nin farklı şehirlerini de kapsayarak devam ettirilmesi mümkün.


KİTAPTAN…


Aylin Akbayram / Beyoğlu Anadolu Ticaret Meslek Lisesi KILBURNU SOKAĞI, Taksim/Beyoğlu


"Bu haksızlık ikimize de"
"Ben annemin oynadığı gibi sokağıma çıkıp oyun oynayabilmeliyim gönlümce. Sokağım eski günlerdeki gibi güzel komşuluklar görmeli. Özlemiştir eminim. Bu haksızlık ikimize de."


Büşra Akman / Gültepe Lisesi GÜNEŞLİ SOKAĞI, Gültepe/Kağıthane


"Varılmayan yerlerde şatolarımız vardı"
"Güneş bu sokakta hep doğar. Sokak kedilerinden tut, binalarına kadar her şey sana “Günaydın” der. Güneş batarken ise her yeri karartır. Yarasalar uçmaya başlar, sokaklara lambalar asılır, çocuklar eve gider, her şey sessizliğe gömülür. Ama burada sessiz kalmayan tek şey sevgidir. Bu özel, değerli varlığımızı kimsenin almasına izin vermez, her gün tıpkı bir çocuk gibi tekrar tekrar besleriz onu."


Eylem Taşdöğen / Açıköğretim Lisesi 1343 SOKAK, Sultangazi/Gaziosmanpaşa


"Doğan her çocuğa Umut denir burada"
"Akşam saatlerinde hareketlenir 1343 Sokak. Kimi işinden, kimi okuldan geldiğinde, gecekondu bahçelerinde içilen çaylarla, sabahlara kadar süren sohbetlerle atar yorgunluğunu. Çarpık da kentleşsek ve hatta kentleşemesek de, evet bu sokakta oturmak hepimiz için şanstır."


Gülin Sarpel / Özel Saint Benoit Fransız Lisesi ŞAİR NEDİM CADDESİ, Vişnezade/Beşiktaş


"Geçmişte bu evlerde yaşayan kişileri çok merak ediyorum"
Mart 2008’de restorasyon tamamlanarak bu proje hayata geçirildi ve sokağımız hareketlendi. Şair Nedim Sokağı sanki iki farklı bölüme ayrıldı. Bir bölümünde İstanbul’un en sosyetik mağazaları, diğer bölümünde ise sokağın gerçek sahipleri. Ben bu sokakta ve bu tarihi dokuda yaşamaktan çok keyif alıyorum. Geçmişte bu sokakta ve bu evlerde yaşayan, her birinin ayrı hikâyesi olan kişileri çok merak ediyorum…


Lerzan Kuzgun / Özel Saint Joseph Fransız Lisesi CİHANGİR CADDESİ, Cihangir/Beyoğlu


"Sokaklar hep tehlikeli, arabalar hep gürültülüydü benim için"
"Birden yazdıklarıma bakınca yaşlanmış gibi hissettim kendimi, oysa gencim daha yalnızca birazcık büyüdüm. Sokaktaki ilk adımlarımı Cihangir Caddesi’nde attım ben, ilk karı Cihangir’e bakarak izledim pencereden, ilk kez topuklu ayakkabılarımla bu caddede tökezledim yürürken, ilk defa Cihangir’de âşık olmadım ama ben Cihangir’de büyüdüm."


Tuğba Yıldız / Beyoğlu Ticaret Meslek Lisesi SAKA SOKAĞI, Mecidiyeköy/Şişli

"Huzur hâkimdir, az da olsa saygı vardır"
"Birbirine bitişik evler, karşılarında apartmanların kapattığı… Kıvrımlı bir sokak, çocuklar için bisikletle rahat gezilemeyecek kadar... Sokağın sonunda sadece yayaların geçebileceği bir yol, bu yüzden arabanın geçemediği… Geçse de geri döndüğü. Bizimkilerin “heeh yine düştü bizim sokağa” dedikleri…"


Yusuf İslam Öksüz / İstanbul İmam Hatip Lisesi YILDIRIM SOKAĞI, Balat/Fatih


"Beni bana anlatır İstanbul sokakları"
"Sokağımızda; 15’inci yüzyıldan itibaren Rumlar ve Yahudi cemaatine mensup insanlar hayatlarını sürdürmüşlerdir. Bunu evlerin görünüşünden de anlayabiliyoruz. Evlerin özelliklerine bakıldığında; genellikle binalar, üç katlı, dar cepheli, ikinci katlarında cumba gibi çıkmaları bulunan evlerdir. Sokağımızda farklı kültür, din, dil ve ırklardan komşularımız olmuştur. Ama bu farklılıklar hiçbir zaman bizleri birbirimizden ayırmamıştır. Aksine anne ve çocuğunun birbirine olan bağlılığı gibi bizler de birbirimize o derece bağlıyız. Kardeşçe yaşıyor, sevgiyi, saygıyı birbirimize karşı olan muhabbetimizi daima güçlü tutmaya çalışıyoruz."

5 Ağustos 2010 Perşembe

Vali Bey, Oturmaya mı Geldik?

Konserlerde koltuk aşındıran "katı protokol"ü mercek altına aldık...

Ülkemizde devlet adamlarından iş adamlarına, önemli bir unvana sahip herkes, konser ve benzeri sahne organizasyonlarının en önemli konuklarıdır. Bürokratlar, deve güreşinden klasik müzik konserine tüm gösterileri en ön sıradan izleme hakkına sahiptir. Bürokratik protokol hem “ileri gelen” isimlere saygı duruşu olarak hem de etkinliğin tanıtımı bakımından bazen hayati önem taşısa da bazı durumlarda takım elbise giyen adamların genel resmin içinde sırıttığı muhakkak. En son geçtiğimiz Şubat ayında Santralistanbul’da gerçekleşen İstanbul Fashion Week’in açılış partisinde rastladık bu duruma. Yaklaşık 10 tane “bıyıklı” adamın arasında kalmış Meg Ryan’ın, kırmızı kurdela kesmeye debelendiği fotoğrafı unutmak mümkün mü? Nitekim Ryan, organizasyonu tamamlamadan “nereye düştüm böyle?” bakışları içinde ülkesine kaçıvermişti. Herkes sordu: “Moda Haftası’nın açılışını TOKİ açılışına çevirmeye ne gerek vardı?” İşte aynı uyumsuz manzara, düzenli aralıklarla konserlerde de göze çarpıyor. Dünyaca ünlü bir caz sanatçısı geliyor memlekete mesela, Açıkhava Tiyatrosu’nda güzel bir performans sergiliyor. Ön taraf değişmez olarak, inci gibi dizilmiş bürokratik protokole tahsis edilmiş. Bu durumda büyük hevesle sanatçıyı bekleyen ve parasını vererek konsere gelen vatandaş ise hem gönlünce dans edecek alan bulamıyor hem de küçücük alanda büzüş büzüş “döktürürken”, protokolün sert bakışlarına maruz kalabiliyor.


Yerimiz mi dar?

Konuyla ilgili pek çok sanatçıya ve düzenli olarak konserleri takip eden gazetecilere soru sorduk. Sahne alan sanatçıların hemen hepsi, bürokratik protokolün kaskatı durmasından muzdarip. Sahne performansı en güçlü olan sanatçılardan Zeliha Sunal, asık yüzlü protokolün diğer seyircileri de etkileyerek tüm konserin neşesini kaçırdığı görüşünde. Tiyatrocu Ali Poyrazoğlu da protokole, “Gösteriye gelirken unvanınızı evde bırakın” diyor. Hemen hemen tüm konserlere katılan Gazeteci Sevin Okyay ise “protokoldeki isimlerin, sadece çağırıldıkları için her organizasyona değil, ilgilendiği ve bildiği isimlerin konserine giderse, ilgisiz oturamayacakları” görüşünde. Okyay konuya farklı bir açıdan da değiniyor: “Protokol de izleyici de suçlu değil. Yer dar.” Bu bakış açısı da oldukça önemli aslında. Zira Kuruçeşme Arena dışında, izleyiciye gönlünce dans etme fırsatı sunan konser alanı pek yok gibi.

Peki izleyici için sorun teşkil eden bu durum sanatçılar açısından nasıl görünüyor? Bürokratik protokolün gösteriye katılımcı olmaması sahne performansını etkiliyor mu? Protokol konsere davet edilsin mi, edilmesin mi? Yanıtlar muhtelif oldu…


ZELİHA SUNAL (Şarkıcı): “Grace Jones’u tanımıyorsan gitme!”

“Protokol, gittiği yere davet edildiği için gider. Yani konserine gittiği insanı tanımasa da gidiyor. Geçenlerde Grace Jones konserindeydim. Protokoldekilerin suratları, ‘Bu kim? Burada ne işim var?’ der gibiydi. Gidenler de oldu. Tabii konserlere protokol davet edilmemesi mümkün değil. Ama şu da var, eğlenemeyen bu tür, mevkilerini düşünüp, ‘eğlenirsem havam bozulur’ diye kımıldamıyor. Protokolün eğlenmemesi diğer izleyenlere de bulaşıyor. Benim başıma da çok geldi. Bir sanatçıyı zora sokuyor bu durum. Eğleniyorlar mı, eğlenemiyorlar mı anlayamıyorum. Nasıl davranacağımı şaşırıyorum. Gelen kişi mümkünse kimi izleyeceğini bilerek gitsin konsere, tiyatroya. Ya da davet edenler, konuyla ilgisi olan kişileri davet etsinler. Grace Jones’u tanımıyorsan gitme, kıymetini bilen başka biri gitsin senin yerine!”


ALİ POYRAZOĞLU (Tiyatro Sanatçısı): “Protokol, avantadan lavantacıdır”

“Bizim işleri yapanlar protokol dediğimiz insanları sevmez, ‘avantadan lavantacı’ deriz biz onlara. Protokol adıyla, bedava yer içerler. Kendilerinden o işle ilgili katkı istendiğinde de oralı olmazlar. Ön sıralar aslında eleştirmen ve sanatçıların hakkıdır. Sahnedekiyle ilgin yoksa, uyum sağlayamayacaksan gitme. Gösteride ağırlığı olan, gösteriyi yapan sanatçıdır. Onların da bir ağırlığı var tabii ama demek istediğim, sahnedeki kendini kasmıyorsa izleyen de sosyal kimliğini evde bırakıp rahat rahat eğlenmeli!”


KEREM GÖRSEV (Caz Sanatçısı): “Sanatçıya saygısızlık”

“Bence protokolle ilgili en önemli sıkıntı, sponsorların davet ettiği kişilerin konsere gelmemesi. Sanatçı sahnede performansını gerçekleştirirken bir bakıyor, ön koltuklar boş. Bu sanatçıya saygısızlık. Gelmeyeceksen, biletini başkasına ver o gelsin. Bürokratik protokolün konserlerde ilgisiz olabildiği doğru. Bu sene caz konserlerinde ya da diğer açık hava konserlerinde bunu görmedim, hepsi coşkuluydu. Ama kapalı klasik müzik konserlerinde olabiliyor tabii. Burada sadece asık suratlı protokolü suçlamamak lazım. Sanatçı da sound’uyla, sahnesiyle o müziği hiç bilmeyen bir insanı bile mutlu etmeli. Protokol de nasıl Osmanlı müziğini seviyor, klasik müzik ve caz da dinlesin. Bunlar da iyi müzik.”


SEVİN OKYAY (Gazeteci):  “Bürokratların çoğu karısının ısrarıyla gidiyor”

“Özellikle oturulan konserlerde bir protokol sorunu oluyor. Bu sadece protokolün sevimsizliğinden değil, seyirci de kenarda dans etsin. Para verip gittiğin konserde, biri dans edecek diye sahneyi görememek hoş değil. Seal konserini izlerken, hoplayıp zıplayanlara bir tane çakasım geldi. Onlara kızmıyorum aslında, yer dar. Bir de sponsor o protokolü oraya davet etmezse konseri yapamaz. Konserin tanıtımını da yapıyorlar bu sayede çünkü. Yani antipatik ama çaresi yok. Caz mesela, seven insan azınlıktadır. İlgilenen biri para bulup gidemezken, hiç alâkası olmayan biri davetli diye oraya para vermeden gidebiliyor. Bürokratların çoğu da karısının ısrarıyla gidiyor zaten. Kasıntı oturuyorlar, sıkıntıdan patlıyorlar. Ben bu sene rastlamadım Allahtan ama bu durum konserin başarısını bile etkileyebiliyor.”


JÜLİDE ÖZÇELİK (Caz Sanatçısı): “Protokol yerine, konsere gelmek isteyen gençlere kontenjan açılsın”

“Protokol mevzusunun, ayrımcılık olduğunu düşünüyorum. Davet edilen birçok kişi etkinliklere gelmiyor, gelenler de genellikle zorunlu hissettiklerinden geldikleri için ister istemez tüm enerjiyi olumsuz yönde etkiliyorlar. Zaten protokol olarak davet edilen insanlar genellikle statü ve maddi açıdan iyi durumda olan kişiler oldukları için onlara hediye edilen bir etkinlik biletinin ne maddi ne de manevi bakımdan çok fazla bir şey ifade ettiğini sanmıyorum. Bunun yerine konserlere gelmeye can atan birçok genç arkadaşımıza kontenjan tanınırsa çok daha iyi olacaktır diye düşünüyorum.”


A PROTOKOLÜ’NÜN DEĞİŞMEZ İSİMLERİ

-Vali

- Belediye Başkanı

- Rektörler

- Üst düzey yöneticiler

- Bakan ve müsteşarlar

- Diğer ve devlet erkânı

*İKSEV’in Protokol Departmanı, A protokolünde bulunan isimlerin her yere davet edilmek zorunda olmadığını, bu davetlerin gösteri ve kurumun içeriğine göre değiştiğini söylüyor. Mesela vali, küçük çapta konserlere davet edilmiyor. Her kurumun A protokolü listesi de birbirinden farklı olabiliyor.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Beş Parmak Kardeşliği



Önce oyuncu Danny Glover, ardından “Hung” dizisinin yıldızı Thomas Jane ayağına geçirerek dikkat çekti. Beş parmaklı ayakkabılar (five fingers shoes) moda dünyasının yeni şimal yıldızı.



Sonunda bu da oldu. Yenilikte, enteresanlıkta hudut tanımayan moda dünyası bu kez de bütün ayak parmaklarını ayırmak suretiyle eldiven görüntüsünde olan beş parmaklı ayakkabıları (five fingers shoes) görücüye çıkardı. Geçtiğimiz sezon Alexander McQueen’in tasarladığı, “ayak parmaklarını gösteriyor taklidi yapan” topuklu ayakkabı modelinden bahsetmiyoruz. Bu, “biraz daha” kaba bir versiyon. Ürünün “it” olması için birkaç şöhretli ismin giymesi gerekiyordu tabii. Önce ünlü aktör Danny Glover giydi, hemen akabinde Hung dizisinin yıldızı Thomas Jane. Hâliyle gözler bu isimlerin ayaklarına çevrilince komik denebilecek kadar eğlenceli bir trend de doğmuş oldu. Evet, artık kadın, erkek herkes, ünlülerin giydiği beş parmaklı ayakkabıların peşinde. Trendi Türkiye’nin de idrak etmesi yarından yakın görünüyor. Zira birbirinden ünlü isimlerin twitter sayfaları “nereden bulabiliriz bu parmaklı pabuçları?” mesajlarıyla dolu. Bizi bu enteresan trende yavaş yavaş alıştırdılar aslında. Yıllar önce ortaya çıkan parmaklı çorapları hatırlayacaksınız. Beş parmaklı ayakkabılar da bu trendin daha iddialı bir versiyonu olarak çıkıyor karşımıza. Fikir sahibi, neredeyse tüm dağcılık, “outdoor” ve özel asker ayakkabılarının taban teknolojisini üreten İtalyan firması Vibram.

Mevzu “şekil” değil rahatlık

İlk bakışta komik görünebilirler ancak bu ayakkabılar estetikten çok performansa yönelik. Ayakkabılarda ayağın şeklinde özel taban üretildiği için giydiğinizde kesinlikle kaymıyorsunuz. Bu da dağcılıktan salon sporlarına, Uzakdoğu sporlarından yogaya her türlü fiziksel aktiviteyi rahatlıkla yapmanızı sağlıyor. Spor yapmasanız da günlük hayatta rahat etmek için bu eğlenceli ayakkabılar birebir. Zira giyenler, bu ayakkabılarla yalınayakmış gibi rahat ettiklerini söylüyor. Çamaşır makinesinde yıkandığında dahi bana mısın dememesi de bu ayakkabıları “sempatik” hâle getiren diğer faktör. Bu eğlenceli ayakkabıların şimdilik Türkiye’de satış noktası yok. Almak isteyenler “www.vibramfivefingers.com” veya “www. joya.com.tr” adlı web sitelerinden sipariş verebilirler. Her şeyin taklidini itinayla üreten Çin “five fingers shoes”a da el atmış. Düz tabanlı olanlarından uzak durun, taklit!

9 Temmuz 2010 Cuma

Şapka Aşkına!





Bu yaz, hatta önümüzdeki sezon, birbirinden şımarık ve eğlenceli saç aksesuarlarıyla Tim Burton filmlerinden fırlamışa dönmek işten bile değil.

Bu yaz moda dünyası ve trendler açısından pek bereketli geçiyor. Sokaklar hiç olmadığı kadar renkli, kadınlar hiç olmadığı kadar cüretkâr. Öncelikle çiçek desenleri, neon renkler, pudra tonları ve siyahlar sokaklarda zıtların uyumunu yaratırken etek ve şort boyları uzun yıllardır olmadığı kadar yukarılara çıkarak kadınların içlerinden geldiği gibi giyinmelerine olanak sağladı. Tüm bu renk ve model cümbüşünün takılara ve aksesuarlara yansımaması düşünülemezdi tabii. Zira bu yaz saç bandından taca, şapkadan tokaya kafamızın üstüne kondurduğumuz bütün aksesuarlar dikkatleri üzerine çekmek için tasarlanmış gibi. Neredeyse herkesin kafasında, üzeri desenli, tüylü, tüllü taçlar var. Geçen yıllardan farklı olarak bu sezon tarak tokalar, kalını incesiyle saç bantları ve çizgi filmleri andıran desenleriyle takması cüret isteyen şapkalar da çok revaçta. Üstelik bu trend önümüzdeki sezonlarda da devam edecek. Saç aksesuarı kullanırken dikkat edilmesi gereken hususlara gelince, modanın daimi kuralı burada da geçerli: “Çok dikkat çekici bir detay ya da aksesuar kullanacaksan, kıyafetin sade olsun!” Yani renkli bir taç ya da şapka takacaksanız, üzerinize giydiğiniz kıyafet de desenli olursa göz yorar. İlgi çekici olmaktan ziyade göz yoran bir görüntü arz edersiniz. Onun yerine düz renkte bir elbise ya da tişört tercih edip, yüzünüze de şeker kıvamında hafif bir allık sürdüğünüzde şeker kız olmanız kaçınılmaz! Bizim gözümüze çarpan en “tarz” saç aksesuarları ve tasarımcıları ise aşağıdadır. Bakınız…


Galliano bu tasarımları görmeli!

“NUR TOKTAY®”… Marka, tasarımcısının adını taşıyor. Nur Toktay esasen okullu bir makyaj sanatçısı. Los Angeles’da bulunan ve “Joe Blasco West Make-up School” olarak bilinen okuldan mezun olduktan sonra bir yandan profesyonel olarak makyaj sanatçılığını başarıyla devam ettirirken bir yandan da kendi haute couture markası olan “NUR TOKTAY®”ı yaratıp şapka ve saç aksesuarları tasarlamaya başlamış. Rengârenk şekerlemeleri andıran saç tasarımlarının yaratıcısı olan Toktay bu tasarımları kullanan kadınları mesut etmekle kalmıyor, tasarımlardan elde ettiği gelirin bir kısmını kimsesiz çocuklara destek olmak için kullanarak, onların da yüzünü güldürüyor. Saç bandından tokaya, taçtan şapkaya kadar ister abiye ister günlük tarzda nefis tasarımlar yapan Toktay yaratıcılığıyla ilgili önemli bir itirafta bulunuyor: “John Galliano ve Philip Tracy’den etkilendim.”
Ürünleri “www.nurtoktay.com” ve “www.designist.com.tr” adreslerinden bulabileceğiniz gibi özel siparişler için web sitesindeki numaradan Toktay’ı aramanız gerekiyor.
Fiyat aralığı ise 40 ile 500 TL arasında değişiyor.


Aa, şapkaya bak!

Bir diğer yaratıcı markanın adı: Stouff, yaratıcı isim ise Müge Akyıldırım. Aslen ressam olan Müge Akyıldırım, kendisine çok da yabancı olmayan bir işe girişerek şapka boyamaya başlamış. “Şapkanın, tuval yüzeyine nazaran çok daha az kaygı veren ya da yoğun düşünce biçimlerinden uzak bir malzeme olması eğlence hissini daha da artırıyor” diyen Akyıldırım suya dayanıklı boyalarla çalışıyor ve keten-koton karışımı malzemelere uygulama yapıyor. Sabitleme ve yıkama testi aşamalarının ardından eğlenceli şapkaları kullanıma hazır hâle geliyor. Şapkalar şu an Bağdat Caddesi’ndeki Cassette Butik’te satılıyor. Bunun dışında Facebook’taki “Stouff” sayfasından kendisine ulaşanlara kişiye özel tasarım da yapıyor. Fiyatlar 100 ile 130 lira arasında değişiyor.


Muzibim, muzipsin, muzip

Türkçede muzip anlamına gelen “wicked” markası aynı zamanda ünlü bir oyuncu olan İpek Yaylacıoğlu’na ait. Bilgi Üniversitesi Reklamcılık Bölümü mezunu olan yaylacıoğlu, 2009’da Londra'da şapka eğitimi aldıktan sonra birbirinden yemelik, renkli ve ismine yakışır biçimde “muzip” saç aksesuarları tasarlamaya başlamış. Bir kere tasarımların tamamı el işi, malzemelerin çoğu da yurtdışından geliyor. Muz lifinden yapılmış kumaşlar, şapka keçeleri, özel boyamalı ve şekilli tüyler, Fransız şapka fileleri ve swarovski taşlar en çok kullandığı malzemeler. Şapka ve saç aksesuarları, bekârlığa veda ve özel konseptli partiler gibi istisnai sebepler yoksa birer adet olarak üretiliyor, kesinlikle çoğaltılmıyor. Markanın en can alıcı işlerinden biri de “gelin serisi”. Evlenmeden önce vintage ruhunu yansıtan bu tasarımlara göz atmakta fayda var. Ayrıca kişiye özel tasarımlar da yapılıyor. “Satışlar nerede?” derseniz, bir yere bağlı değil. Ürünlere ulaşabileceğiniz noktalar, “wickedbyipek.blogspot.com” adresli blog, facebook grubu, yalnızca davetiyeyle üye olunan private shoping siteleri. Ayrıca İpek’in İstanbul Göztepe'de randevu sistemiyle çalıştığı atölyeye gidip ürünlerinin tamamını görebilirsiniz. Wicked marka saç aksesuarları ve şapkaların fiyat aralığı ise 180- 450 TL.


Kafam güzel şekerim!

Galatasaray’ın en nevi şahsına münhasır butiklerinden biri olan Buka elbette enteresan ve eğlenceli saç aksesuarlarına da evsahipliği yapıyor. Hande adlı çok yetenekli bir tasarımcının elinden çıkma “Handechi” marka tasarımların her biri oyuncak kıvamında. Tamamı haute couture olan tasarımlar tül, tüy ve fiyonklarla detaylandırılıyor. Elbette düğün dernek gibi özel günler için kafanızda canlandırdığınız bir modeli de sizin için yapıyor Hande. Saç bandından şapkaya, taraktan tokaya kadar muhtelif saç aksesuarlarının fiyatları ise 40’la 250 TL arasında değişiyor. Özellikle Buka’nın şirin tarzını sevenler bu tasarımlara da bayılacak.


 “Cart” renkte taçlar

Zeckie, Buka’nın yan komşusu. Her durumda zevkler farklılık gösterdiği gibi takı ve aksesuar konusunda da değişik beğeniler söz konusu elbette. İşte Zeckie, öyle her yerde görmeye alışık olmadığımız tasarımlarıyla, takılarıyla da fark yaratmak isteyen cesur kadınlara hitap eden bir marka. Bilenler bilir, Zeckie marka aksesuarlar sürprizlidir; mesela yüzük kare de olabilir, üzerine minik bir kedi de kondurulmuş olabilir. Marka, saç aksesuarlarıyla da fark yaratmayı başarıyor. Özellikle neon renklerde, üzerinde dikkat çekici süslemeleri olan taçları hem abiye kıyafetlerle hem günlük giysilerle kombinlemek mümkün.

24 Haziran 2010 Perşembe

CİTTUK, CEZDUK, CORDUK


DÜKKANI KAPATTIK, ŞENLİKLERİ GÖRMEK İÇİN AYDER’E ÇIKTIK...


Sırtını Kaçkarlara dayamış, ayaklarını Fırtına Deresi’ne sokmuş. Zirvesini masmavi gökyüzüne yaslayan yemyeşil dağlarını kıvrım kıvrım yollar sarmalamış. Yer sonsuz yeşil, gök sonsuz mavi, su sonsuz berrak… Kış boyunca üstüne düşen karların suları, zirveden eteklere akmak için yüksek dağları yarmış. İşte Rize’nin Çamlıhemşin İlçesi’ne bağlı Ayder Yaylası hemen hemen böyle bir yer. Her yıl düzenlenen Ayder Şenlikleri’nin bu yıl 16. düzenlenecekti. Biz de hem şenlikleri takip etmek hem de bu eşsiz doğayı görmek için Ayder’e gittik.




Fotoğraflar: ERGUN CANDEMİR


Hani yoğun iş stresinden sıkılır, “dükkanı kapatıp, yaylalara vurucam kendimi” deriz de o an hayalimizde bir cennet belirir. Öyle yüksektedir ki, ayağımızı biraz kaldırsak göğe uzanıp bulutları tutacağımızı zannederiz. Yüksek dağların arasından süzülen şelaleye nazır, pembe panjurlu bir dağ evimiz bile vardır. Gelin görün ki gözümüzü açar açmaz gökdelenleri, egzoz dumanları, trafiği ve holding biplemeleriyle gerçek hayat bizi acımasızca sarsar. O an, yeşil cennetin sadece hayal olduğunu idrak eder, boynumuzu bükeriz. İşte biz Rize’de, Ayder Yaylası’nda öyle bir iki gün geçirdik ki, o cennetin gerçekte de var olduğunu hatta oraya ayak basılabileceğini anladık. Bu eşsiz manzarayı anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalsa da biz şansımızı deneyelim…

Binbir tonuyla yeşili, çağıl çağıl akan şelaleleri, ayaklarının altında akan deresi, göğe sunduğu dağları, masmavi, berrak gökyüzüyle Ayder, cenneti kıskandıracak bir doğaya sahip. Tüm yayla hatta çevre alanda akan Fırtına Deresi, dağın zirvesinden akıp gelen kar sularıyla besleniyor. Tazyikle akan kar sularının oluşturduğu şelalelerden hiç bahsetmiyoruz. Doğasıyla Fırtına Vadisi’nin en ilgi çekici yerlerinden biri olan yaylada bu sene 16.Geleneksel Ayder Şenlikleri düzenlendi. Ülkenin her yerinden hatta yurt dışından pek çok ziyaretçi çektiğini öğrendiğimiz festivali fırsat bilip, bölgeye uğradık. Şenlikleri izlemekle kalmadık. Yöresel yemekleri tadıp çevre köylere de göz attık.

Eğlenceli şenliğin jandarma problemi
Öncelikle şunu söylemek lazım; 1350 metre yükseklikteki yayla çam ormanlarıyla kaplı olduğundan ayak basar basmaz ufak çaplı bir oksijen sarhoşluğuna giriyor, oradan ayrılana kadar da mutluluktan yalpalamaya devam ediyorsunuz. Uçak yolculuğunun ardından arabayla devam ettiğimiz yol boyunca bize yemyeşil ormanlar ve gürül gürül akan Fırtına Deresi eşlik etti. Ayder’e yaklaştığımızda, yöre halkının kendileriyle ve ağızlarıyla ne kadar barışık olduğunu gösteren, eğlenceli bir tabela gördük: “Cittuk, Cezduk, Corduk”.
Bölgede sadece Gelişim FM diye yerel bir radyo çekiyordu. Yol boyunca bu radyodan kulağımıza çalınan seslerden anlaşılıyor ki, yörenin en popüler türküsü, “Azra, bi gel da!” isimli türkü. Yoğun araştırmalarımıza rağmen, söyleyenin kim olduğunu öğrenemedik.

Yaylaya geldiğimizde şenlik çoktan başlamıştı. Bir yandan tulum sesleri geliyordu, bir yanda yöresel kıyafetler içinde horon tepenler vardı. Piknik yapanlar, uçurtma uçuranlar, düzenlenen yarışmalara katılanlar… Tüm bu etkinliklerin yöre halkı için çok eğlenceli olduğu belliydi. “Fazlasıyla” yöresel bulunabilecek bu şenlik yabancı turistlerin de ilgisini çekmiş olmalı ki, alanda yurtdışından gelenlere de rastladık. İnsanların kendi yöresel kültürleriyle eğlenceli vakit geçirmeleri şahane ama bizce şenlikte bariz bir “jandarma problemi” vardı. Ulusal hatta uluslararası olma iddiasındaki bir şenliğe katıldığınızda, yol kenarının neredeyse tamamını kaplayan jandarmaların yolunuzu kesip, “buraya park edemezsiniz!”, “şuradan geçemezsiniz!” minvalinde talepleri kulağınıza hoş gelmeyebiliyor. Bunu Çamlıhemşin Kaymakamı’na sorduğumuzda, park probleminin kısa sürede çözüleceğini öğrendik. Öğlen saatlerinde de genel olarak tulum ve horon gösterileriyle geçen şenlik, akşam da yerel türkücülerin konserleriyle devam etti.

“Ha uşağum, vur!”


İlk günü horon ve tulum yarışmaları gibi tamamen yöresel etkinliklerle geçen şenliğin ikinci günü kulağa heyecanlı gelen bir etkinlikle açıldı. Dün sürekli kulağımıza çalındığı için merakımızı kabartan boğa güreşlerini izlemek için Galler Düzü’ne çıktık. Bize, üç dört kilometre uzaklıkta denen yere arabayla varmamız, İstanbul’a taş çıkartacak yoğun trafik nedeniyle yaklaşık yarım saatimizi aldı. Güreşlerin yapılacağı alan o kadar kalabalıktı ki, arabayı park edecek yer bulmakta zorlandık. Neyse, zar zor bir yere çekip, aşırı sıcaktan kaçmak için şemsiyelerin altına sığınan kalabalığın arasına karıştık. Herkes tek ağız olmuş gibi bağırıyordu: “Ha uşağum, vur!”…
Etkinlik şöyle: Geniş sayılabilecek, yuvarlak bir alana iki tane boğayı koyuyorlar. Bir de hakem oluyor. Boğalar güreşiyor. Yalnız, boğalar sadece paşa gönülleri istediğinde güreştikleri için biraz beklemek gerekiyor. O yüzden bir güreşin saatler aldığı bile oluyormuş. Şansımıza, bugünkü boğalar pek sevgi dolu olduklarından bir türlü güreşmek istemediler. Sadece bir, iki tos yapıp alanda gezinmeyi tercih ettiler. Etkinlik öyle durgundu ki, sunucu anons yapma ihtiyacı hissetti: “Boğalar geziniyi. Birazcuk teşvik edersek güreşecekler sanurum”. Bu arada yarışması için ismi anons edilen boğa sahibi de gelmeyince sunucu tekrar mikrofonu aldı ve anons başladı: “Güreş alanuna boğanuzu geturdunuz geturdunuz. Geturmedunuz, diskalifiye oliysunuz!”… Boğalar güreşmemekte inat edince başka çaremiz kalmadı. Heyecan içinde çekirdek çitleyen halkın arasından süzülüp yaylaya geri döndük.
Geri kalan zamanımızda yine doğal ve tarihi güzelliklerle dolu çevre köyleri gezdik. Yeni Aktüel okurlarıyla paylaşmak için yörenin yiyeceklerinden tadıp ilginç fotoğraflar çektik. Evet, her şey sizin içindi…

Ayder Nam Mahalde Gayet Sıcak Bir Kaplıca Olup…

Ayder, olağanüstü doğası keşfedilmeden çok evvel binbir derde deva kaplıcalarıyla yedi düvele nam salmış. Öyle ki, 1871 yılında yazılan “Trabzon Vilayeti Salnamesi”nin 174. sayfasında bu kaplıcadan şöyle bahsedilmiş: “ Hemşin nahiyesinde Hala deresi civarında Ayder nam mahalde gayet sıcak bir kaplıca olup yel illetine devası meşhur olup lezzeti hiçbir maden suyuna benzemez”.
Yerli, yabancı çok sayıda turistin ilgisine mazhar olan bu kaplıcanın, romatizmal hastalıklar, iç hastalıkları, kadın hastalıkları ve cilt hastalıklarına  iyi gelmek dışında bir özelliği de Doğu Karadeniz’deki tek kaplıca olması.

TECRÜBEYLE SABİTTİR!

1-Koru Otel’in, enfes şelale manzarasına nazır, açıkbüfe kahvaltısını deneyin.
2-Eylül Kafe’de laz böreği yiyin.
3-Balcı Mustafa’nın meşhur Ayder Balı’ndan bir kavanoz alın.